Sunday, March 27, 2016

İzlenmesi gereken 50 belgesel

The Guardian, günümüzün önde gelen 10 belgesel yönetmenine beşer tane favori belgeselini sormuş. Ortaya 50 filmlik "izlenmesi gereken belgeseller" listesi çıkıvermiş. 2000'lerdeki favori belgesellerimi saysam mutlaka koyacağım Bowling For Columbine, The Queen of Versailles, Grizzly Man, Man on Wire, Five Broken Cameras gibi filmleri burada bulmak güzel. Listeler birbirinden bağımsız da olsa ortaya çıkan toplam, klasiklerden modernlere kadar uzanan oldukça kapsayıcı ve derli toplu bir sonuç olmuş. Liste aşağıda, ama yönetmenlerin yaptığı açıklamaların da olduğu halini görmek için şuraya tıklayabilirsiniz.  

Joshua Oppenheimer 
Salaam Cinema (Mohsen Makhmalbaf, 1995)
Close Up (Abbas Kiarostami, 1990)
Gates of Heaven (Errol Morris, 1978)
Loss Is to Be Expected (Ulrich Seidl, 1992)
The Hour of the Furnaces (Octavia Getino & Fernando e Solanas, 1968)

Lucy Walker 
Hoop Dreams (Steve James, 1994)
Streetwise (Martin Bell, 1984)
The Five Obstructions (Lars von Trier & Jorgen Leth, 2003)
The Gleaners and I (Agnes Varda, 2000)
Up (Michael Apted, 1964)

Alex Gibney 
Night and Fog (Alain Resnais, 1955)
Gimme Shelter (Albert & David Maysles, Charlotte Zwerin, 1970)
When We Were Kings (Leon Gast, 1996)
Stories We Tell (Sarah Polley, 2012)
Waltz With Bashir (Ari Folman, 2008)

Kim Longinotto 
Sherman's March (Ross McElwee, 1986)
Tales of the Grim Sleeper (Nick Broomfield, 2014)
Solar Mamas (Jehane Noujaim & Mona Eldaief, 2012)
Virunga (Orlando von Einsiedel, 2014)
Five Broken Cameras (Emad Burnat & Guy Davidi, 2011)

James Marsh 
Man with a Movie Camera (Dziga Vertov, 1929)
Le Sang des Bêtes (Georges Franju, 1949)
The War Game (Peter Watkins, 1965)
The Battle of Chile (Patricio Guzman, 1975, 1976, 1979)
Primate (Frederick Wiseman, 1974)

Sharmeen Obaid-Chinoy 
Amy (Asif Kapadia, 2015)
Iraq in Fragments (James Longley, 2006)
Buena Vista Social Club (Wim Wenders, 1999)
The Thin Blue Line (Errol Morris, 1988)
Bowling For Columbine (Michael Moore, 2002)

Franny Armstrong 
Global Report (Peter Armstrong, 1981)
The Queen of Versailles (Lauren Greenfield, 2012)
Blackfish (Gabriela Cowperthwaite, 2013)
Lessons of Darkness (Werner Herzog, 1995)
Some Kind of Monster (Joe Berlinger & Bruce Sinofsky, 2004)

Khalo Matabane 
When the Levees Broke (Spike Lee, 2006)
Capturing the Friedmans (Andrew Jarecki, 2003)
Grizzly Man (Werner Herzog, 2005)
The 3 Rooms of Melancholia (Pirjo Honkasalo, 2004)
Pina (Wim Wenders, 2011)

Molly Dineen 
Into Eternity (Michael Madsen, 2010)
Le Joli Mai (Chris Marker & Pierre Lhomme, 1963)
Aileen: Life and Death of a Serial Killer (Nick Broomfield & Joan Churchill, 2003)
The Power of Nightmares (Adam Curtis, 2004)
Sisters in Law (Kim Longinotto, 2006)

Angus Macqueen 
Man on Wire (James Marsh, 2008)
Little Dieter Needs to Fly (Werner Herzog, 1998)
Shoah (Claude Lanzmann, 1985)
Pandora's Box (Adam Curtis, 1992)
China: Beyond the Clouds (Phil Agland, 1994) 

Müzik Durduğunda


Bu yazıyı Blue Jean'in Ocak sayısı için yazmıştım. "Karikatüristlerin öldürülmesiyle başlayan, bir konser salonundaki katliamla biten 2015, müziğin öldüğü yıl mıydı?" diye sormuştum. Şimdi Türkiye'de sosyal yaşam ve sanat hayatının can çekiştiği zamanlardayken bu yazıyı hatırlatmak istedim. Bugünün bakışıyla neleri isabet ettirmişim, neleri ıskalamışım, nelerimiz benzer, nelerimiz ayrı, üzerine düşünmek iyi olur dedim. 

Normal şartlar altında, liste takıntılı bir müzik manyağı olarak her yıl olduğu gibi 2015 de biterken listeler üzerine kafa patlatmam gerekiyordu: Yılın albümü neydi, yılın şarkısını kim yapmıştı, en iyi konser hangisiydi? İlk 10’lar, 50’ler, 100’ler arasında kaybolmalı, listede 46. sırayı alacak albüm için bile vicdan muhasebesi yapmalıydım. Ama bu sene bunların hiçbiri içimden gelmedi. Çıkan listelere göz attım, kendi favori albümlerimi gözden geçirdim, ama hepsi biraz anlamsız geldi.
2015 siyahın, depresyonun, ölümün yılıydı. Mizah yaptıkları için öldürülen insanlarla başlamış, konsere gittiği için öldürülen insanlarla bitmişti. Bütün bunlar olurken, gerçekten şu albüm bundan daha iyi demenin bir anlamı var mıydı? 2015 “müziğin öldüğü yıl” mıydı acaba?
Rock tarihiyle haşır neşir olanlar “müziğin öldüğü gün” tabirine aşinadır. Buddy Holly’nin öldüğü 1959, Rolling Stones’lu Altamont festivalinde dört kişinin öldüğü 1969 veya John Lennon’ın cinayete kurban gittiği 8 Aralık 1980 de böyle cümleler kurdurtmuştu insanlara. Herbiri bir kuşağın müzik eşliğinde kurduğu hayallerin karardığı günleri simgeler. 13 Kasım 2015 gecesi de bizim kuşağımız için müziğin öldüğü gün müydü?

Biz ölüme, şiddete, teröre, baskıya, korkutulmaya alışkın bir toplumuz. Bu ülke, daha da geniş olarak dünyanın bu civarı savaşla iç içe olmuştur hep; hiçbirimiz de bunun dışında değiliz. Ama ben hayatımda hiçbir zaman, 13 Kasım gecesindeki kadar korkmadım. Eagles of Death Metal konserinde değildim, Paris’te değildim, Fransa ile aynı zaman diliminde bile değildim; ama hiçbir saldırıda bu kadar “terörize” olmadım. Çünkü daha önce hiç bu kadar “hedefte” hissetmemiştim. Bundan birkaç yıl önce yazdığım, hala Twitter hesabımın “girişine astığım” bir ifadem vardır: “Ben hep birlikte ‘Wake Up’ı, ‘Seven Nation Army’yi ya da ‘Where Is My Mind’ı söyleyen insanlarla hemşehri hissediyorum, başkasıyla değil.” Bir konserdeyken eğlenir, hüzünlenir, unutur, inanırsınız; kaçar veya yüzleşirsiniz. En önemlisi, bunu birlikte yaparsınız, yüz kişiyle veya yüz bin kişiyle beraber. Hayatınızda sadece bir defa gördüğünüz onca insanla birlikte şarkılar söylersiniz, sonra hayatınıza geri dönersiniz. Ama bir “an” paylaşmışsınızdır ve o an sizi birbirinize bağlar, o yeter.
Bataclan’daki saldırı, o yüzden beni en beklemediğim yerden vurdu. Günün karanlığında sığınabileceğim, her şeye rağmen özgürleşebileceğimi hissettiğim yegane yerde de güvende değildim artık. İstedikleri, bunu hissetmemizdi zaten.

"Onların silahları, bizim gitarlarımız"
Peki gerçeğin kurşun gibi ağırlığının yanında, şarkıların gücü neye yeterdi? İşte 2015 ve müzik muhasebesini yaparken hep bu soru çarptı yüzüme. İstesek de istemesek de bir savaşın içindeydik ve “onların silahları, bizim de gitarlarımız vardı” – bununla nasıl savaşılabilirdi? 89 insanın bir konsere gidip asla evine dönemediği bir zamanda en iyi şarkılar listelerinin nasıl bir anlamı olabilirdi ki?
Beni yanlış anlamayın: 2015’in yegane trajedilerinin Fransa’dakiler olduğunu iddia etmiyorum. Lübnan’dan Suruç’a, Dilek Doğan’dan Freddie Gray’e Aylan’dan Özgecan’a kadar insanın kalbini ezecek kadar acı gördük geçen sene boyunca. Bataclan, sadece en çok kaçıp sığındığımız yerde de yakalanabileceğimizin sembolüydü adeta.

Cevabı bulmuş ve ikilemimden çıkmış gibi davranmayacağım. Ama yine de cevabı müzikten başka bir yerde arayamıyorum. Eğer sadece müzik dinlemek istedikleri için hedefe konmuşsa insanlar, müziğe daha çok sahip çıkmaktan başka bir yol var mı, varsa da ben düşünemiyorum. Kendrick Lamar geliyor aklıma. Bu senenin en iyi albümü “To Pimp A Butterfly” mıydı, emin değilim. Ama “en 2015” albüm o. Amerika’da siyahların polis kurşunuyla öldürülmesine tepki olarak yapılan “Black Lives Matter” yürüyüşlerinde Kendrick’in ‘Alright’ı çalındı, söylendi çünkü. Kendrick aslında bu şarkıyı protestolarda kullanılsın diye yazmamıştı. Kendi sorunlarıyla yüzleşirken Tanrı’nın kendisi için bir planı olduğuna inanmaya çalışıyordu. “İyi olacağız, beni duyuyor musun?” diye sorduğu kişi kendisiydi aslında. Su yolunu buldu ve ‘Alright’ Amerika’da sokakların marşı oldu. 1960’larda özgürlükler için sokaklara dökülenler nasıl Bob Dylan’ın, Pete Seeger’ın şarkılarını marş belledilerse, 2015’te de Kendrick’in mesajı sokaklardaydı.

"Kazanırız, kaybederiz..." 
Yılın bir başka çarpıcı albümü Sufjan Stevens’ın “Carrie & Lowell”ıydı: Tamamen içe dönük, ailevi bir trajediyle hesaplaşma albümü. Sufjan’ın, kendisini küçükken terk eden (ve artık hayatta olmayan) şizofren annesiyle hesaplaşmasını (ve her şeyin sonunda onu affetmesini) anlatan bir küçük romandı adeta. Sonuna kadar kişisel, dibine kadar samimi: O kadar ki, bu yılki iki favori albümümden birisi olmasına karşın sıkça dinleyemiyorum, ağır gelebiliyor. Ama bir kayıpla böylesi büyük yüreklilikle yüzleşebilmesi ve olanca sadeliğine karşın birkaç dakikalık bir şarkıyla o kadar yoğun bir etki yaratabilmesi, müziğin sağaltıcı etkisinin simgesiydi bir bakıma. Tame Impala ve Björk de albümlerinde aşk acısı ile yüzleşti, Joanna Newsom masalsı atmosferlerinde zamanı ve hayatı sorguladı, Sleater-Kinney yine sol kanattan bindirdi: “Kazanırız, kaybederiz ama ancak birlikteyken kuralları yıkabiliriz.” Bu diyarda da Kaan Tangöze sessizce bağırıyordu: “Senin bir ideolojin varsa, benim de ideallerim var.”

Belki sokaklarda söylendiler, belki tek başına yürüyen bir kişinin kulaklıklarında çaldı sadece. Ama bu şarkılar (ve çok daha fazlası) bu yıl hayata karıştı. Bir şekilde, mutlulukta, depresyonda, kayıpta, zaferde, umutta, bir insanın ya da bir kitlenin hayatına dokundu. Bunu yapabilen şarkılar 2015’te de vardı elbette. Çünkü bazı insanlar bu dünyanın yüküyle ancak o şarkıları yazarak baş edebildiler, bazıları da ancak onları duyarak devam edecek gücü buldu. Mezarlıkta çalınan ıslık gibi, karanlık ne kadar büyürse onu aydınlatmak için yeni bir şarkı yazma ihtiyacı hissedecek birisi. Evet belki bu bir savaş ve hiç bitmeyecek. Ama dünyada sonuncumuz da kalsa, ağıdını yakarken yine müzik orada olacak.

Eagles of Death Metal basçısı Matt McJunkins’in Vice’a söyledikleri etkileyici: “Bizim işimiz müzik, hayatımız müzik ve bunu yapmama ihtimalimiz yok. İnsanların öykülerini duydukça, bunun durmamasını istedik. Her gece çalmak, kalabalıkta gülümseyen o yüzleri görmek, bizi devam ettiren şey bu. Bize bir konser verdiren şey bu. Çalma sebebimiz bu. Buna bir son verme ihtimalimiz yok.”

Grubun ön adamı Jesse Hughes’un da sözleri de noktayı koysun: “Paris’e yeniden gitmek için sabırsızlanıyorum. Bataclan yeniden açıldığında orada çalan ilk grup biz olalım istiyorum. Çünkü orası bir dakikalığına sessizliğe büründüğünde ben oradaydım. Dostlarımız rock’n’roll izlemeye gidip orada öldüler. Ben de oraya gidip yaşamak istiyorum.” 

Thursday, March 10, 2016

İstanbul 2016 Bahar Konserleri Takvimi


MART 
10 Mart Perşembe, Cate Le Bon, Salon İKSV
10 Mart Perşembe, Son Feci Bisiklet, Dorock XL
11 Mart Cuma, Amine Edge & Dance, garajistanbul
11 Mart Cuma, Bugge Wesseltoft - Erik Truffaz - İlhan Erşahin - Joe Claussell, Babylon Bomonti
11-12-13 Mart Cuma, Cumartesi, Pazar, Mark Eliyahu, Salon İKSV
12 Mart Cumartesi, Omar Souleyman, Babylon Bomonti
12 Mart Cumartesi, Kurban, Dorock XL
16 Mart Çarşamba, Lubomyr Melnyk, Salon İKSV
16 Mart Çarşamba, Genç Osman, Dorock XL
17 Mart Perşembe, Nadine Shah, Salon İKSV
17 Mart Perşembe, IAMX, garajistanbul
18 Mart Cuma, Sleep Party People, Salon İKSV
18 Mart Cuma, Melis Danişmend, Kadıköy Sahne
19 Mart Cumartesi, Büyük Ev Ablukada, Volkswagen Arena
24 Mart Perşembe, Glass & Fuji Kureta, Bronx Pi Sahne
25 Mart Cuma, DANdadaDAN, Salon İKSV
25 Mart Cuma, Adamlar, Dorock XL
25 Mart Cuma, Noisia, Mumdance, Babylon Bomonti
30 Mart Çarşamba, The Dears, Salon İKSV
30 Mart Çarşamba, GoGo Penguin, Babylon Bomonti
31 Mart Perşembe, Tonbruket, Salon İKSV 

NİSAN 
1 Nisan Cuma, Ane Brun, Salon İKSV
2 Nisan Cumartesi, Kaan Tangöze, garajistanbul
2 Nisan Cumartesi, Emily Wells, Salon İKSV
2 Nisan Cumartesi, DJ Koze, Babylon Bomonti
2 Nisan Cumartesi, Mabel Matiz, Dorock XL
6 Nisan Çarşamba, Xiu Xiu, Salon İKSV
6 Nisan Çarşamba, Òlöf Arnalds, Babylon Bomonti
7 Nisan Perşembe, William Fitzsimmons, Salon İKSV
8 Nisan Cuma, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Kadıköy Sahne
8 Nisan Cuma, Erkin Koray, Dorock XL
8 Nisan Cuma, Kalben, Bronx Pi Sahne
9 Nisan Cumartesi, Athena, Dorock XL
14 Nisan Perşembe, Nightmares On Wax, Babylon Bomonti
14 Nisan Perşembe, Ought, Salon İKSV
16 Nisan Cumartesi, Fallulah, Salon İKSV
22 Nisan Cuma, Get Well Soon, Salon İKSV
27 Nisan Çarşamba, Jose James, Salon İKSV
29 Nisan Cuma, Bang Gang, Salon İKSV

MAYIS 
2 Mayıs Pazar, Steven Wilson, Zorlu PSM 
15 Mayıs Cumartesi, Parkfest (Azealia Banks, Riff Cofen, Jain, Hey Douglas, Gökçe Kılınçer), KüçükÇiftlik Park 
27 Mayıs Cuma, Tindersticks, Zorlu PSM 
28 Mayıs Cumartesi, Beirut, KüçükÇiftlik Park 
28-29 Mayıs Cumartesi-Pazar, Chill Out Festival, Life Park 

YAZ
(Yaz konserlerini ayrıca toparlarız ama şimdiden önünü görmek isteyenler için ilk belirenler şöyle) 
5 Haziran Pazar, Die Antwoord
8 Haziran Çarşamba, PJ Harvey, Zorlu PSM
11 Haziran Cumartesi, Sigur Ros, Zorlu PSM
28 Haziran Salı, M83, Zorlu PSM
12 Temmuz Salı, Scorpions  
26 Temmuz Salı, Muse
8 Ağustos Pazartesi, Sia 

Thursday, March 3, 2016

!f İstanbul günlükleri - 2



  • !f İstanbul günlüklerinin ilk bölümü için tıklayın 
  • "2015 yılının en sevdiğim 50 filmi" listesi için tıklayın  


Aslında !f İstanbul üzerine yazdığım ilk yazıda ağırlıklı olarak her şeyi yazmışım. Festivalin son hafta sonunda izlediğim iki film, ödüller ve festival dışında izlediğim filmlerden bahsedip bu bahsi kapatayım. 

Keş!f jürisi, ödülü "Veşartî/Gizli" ve "Kaili Blues"a paylaştırmayı uygun bulmuş. Böylece dokuz yıllık Keş!f tarihinde ilk defa Türkiye'den bir film ödül almış oldu. SİYAD da "Gizli"yi ödüllendirdi. Benim izlediklerim arasında dikkate değer bulduklarım mistisizmle gerçekçiliği çarpıştıran "Kara At Hatıraları" ve stilize "MA" olmuştu. Ödüllendirilenler, izlemediklerim arasından çıktı, ikisini de bir şekilde bulup izlemek lazım. Aşk ve Başka Bi' Dünya bölümünün de kazananı İtalyan Pietro Marcello filmi "Kayıp ve Güzel" oldu, Jüri Özel Ödülü de festivalin en çok konuşulan filmlerinden, Berke Baş ve Melis Birder imzalı "Bağlar"a gitti. Kısalar arasında da İzleyici Ödülü'nün Yakup Tekintangaç'ın "Azad"ına gittiğini ekleyelim. 

Festivalin kapanış hafta sonunda "Yaramaz Bebek" hayal kırıklığı yarattı maalesef. Sebastian Silva imzalı film, Pablo Larrain'in yapımcılığı, kadrosunda Kristen Wiig ve TV On The Radio vokalisti Tunde Adebimpe'nin varlığıyla büyük merak uyandırıyordu. Çocuk sahibi olmak isteyen bir gay çift ve müstakbel taşıyıcı anne üçlüsü, iyi bir film vaadetmek için yeterliydi, ama zaten sallantılı giden film, son 20-25 dakikasında öyle bir saçmaladı ki anlatılmaz yaşanır. Yani Türkiye gibi bir yerde olsa, gay karşıtı anti-propaganda için çekmişler diyebilirdim. Gerçekten üzücü derecede kötü bir sondu. 

Neyse, festivalin sonu iyi oldu benim açımdan. "Çocuk ve Canavar" "Studio Ghibli yoksa biz varız" diyen, eğlenceli ve yaratıcı bir animeydi. "Karate Kid" veya "Creed" gibi filmlerde defalarca izlediğimiz usta-toy dövüşçü izleğine dokunurken hayvanların varlığıyla eğlenceli hale gelen, senaryosu çok derin olmasa da bunu yaratıcı detaylar ve zengin yan öykülerle zenginleştiren bir filmdi. Anime sevenler mutlaka tatmin olacaktır. 


Bu festival benim için keşif odaklıydı, deneysel, ters köşe filmleri kovalamaya çalıştım özellikle. Pek çoğunda da fazlasıyla tatmin oldum. Ama festivalin dışında da yakalanabilen pek çok filmden de bahsetmek isterim, çünkü 2015'in en iyilerinden bir kısmı da toplamdaydı. Mesela benim 2015'in en iyi filmi saydığım "Tangerine." "iPhone 5'le çekilen film" olarak biliniyor olabilir, ya da "başrollerinde iki transın olduğu film" olarak. Ama "Tangerine" bunlardan çok daha fazlasını yaptı. Biraz "Trainspotting"i ilk izlediğim zamanı (20 sene öncesini) hatırlattı. Bağımsız sinema korkusuz, çiğ ve sertken. "Tangerine" beni en çok bununla etkiledi: Yenilikçi dili, korkusuz tavrı, bir saniye bile nefes alma ihtiyacı hissetmeyen enerjisiyle. 

"Bir Genç Kızın Gizli Defteri" de bana öyle "taze" geldi. "Coming of age" hikayelerini fazlasıyla izledik, ama genç bir kızın tarafına çok nadiren geçtik. Bu kadar renkli ve yaratıcı bir genç kızın dünyasına ise daha da az tanık olduk. Bel Powley'nin olağanüstü performansıyla Kristen Wiig ve Alexander Skarsgard karşısında ezilmemesi de az iş değildi. Lily Tomlin'in perdeye unutulmaz bir lezbiyen karakter armağan ettiği "Grandma" da beni aynı şekilde etkiledi. Her iki filmin de kadın yönetmenlerin elinden çıkması tesadüf değildir herhalde. Kadınlar, perdedeki etkilerini gittikçe daha da güçlü hissettiriyorlar, endüstrideki önyargılar da hızla kırılmaya başlıyor. 

Geçen yılın en iyi animasyonu "Inside Out"tu belki, ama "Anomalisa" da başka bir yılda Oscar için iddialı olabilirdi. Charlie Kaufman duyarlılığı içeren bu film, karakterleri, depresif havası, seslendirmesindeki ustalıkla yarına kalacak bir iş. Lisa'nın "Girls Just Wanna Have Fun"ı söylediği sahne ise, neden bilmem, geçen yıl en içime dokunan sahnelerdendi. 



"Listen To Me Marlon" ve "What Happened, Miss Simone?" sanatçıların normlara uymak konusunda bugünkü kadar hevesli olmadıkları bir dönemden iki ikonu anlatan, çok özel belgesellerdi. Hani "Amy"nin günahını almayalım ama, (geçen yılın en çok konuşulan belgeseli olduğu için onu örnek veriyorum) Winehouse'tan çok daha etkileyici karakterler oldukları kesin. Bir kurmaca film de olsa "The End of the Tour"un David Foster Wallace'ını da Marlon ve Nina'nın yanına ekleyebiliriz. Jason Segel ve Jesse Eisenberg'ün karşılıklı döktürdükleri film, "Infinite Jest"in çıkmasından hemen sonrasında geçiyor ve erkek rekabetinin sinemada pek deşilmemiş taraflarına odaklanıyordu. Bir başka ekzantrik erkek, Kurt Cobain de "Montage of Heck"te perdeye yansıdı. Hayatını çok iyi de bilsek, Kurt'ün "ev hali"ni görmek, en mahrem hallerini izlemek, en editsiz ses kayıtlarını dinlemek özel bir deneyimdi. 

Pek içine giremediklerimden de bahsetmeli: Hou Hsiao-Hsien sinemasını çok severim, ancak nefes kesici görselliğine karşın "Suikastçi"nin içine giremedim mesela. Gaspar Noé'nin "Aşk"ından da bahsedeyim biraz: Gündeme sadece seks sahneleriyle gelmesine karşın "Aşk" aslında bir aşk filmi, daha doğrusu bir "aşk acısı" filmi. Film en çok baş karakterin kendi başına (iç sesiyle) kaldığı anlarda gerçek hale geliyordu. Geri dönüşlerin bir kısmı yıkıcı etki yaratsa da, filmin süresi ve seks sahnelerinin odak dağıttığını düşündüm. Gaspar Noé'nin yönetmenlik gücüne hayran olan ve "Enter The Void"ı 2000'lerin en yaratıcı sinema deneyleri arasında sayan biri olarak elindeki materyale haksızlık ettiğini düşündüm.