(Bu yazı, Blue Jean'in Temmuz 2014 sayısında yayınlanmıştır)
Lana Del Rey,
tartışmalı “Born To Die” ile bir süperstar olmuştu. 7 milyon satan bir albümün
aynısını yapmaktansa “Ultraviolence” ile sizi karanlık tarafa davet ediyor. Sonuç
müthiş.
İstediğiniz pop
müzik ansiklopedisine bakın, göreceğiniz şey aynıdır: İkinci albüm, bir
yıldızın en zor dönemecidir. Lana Del Rey bu sorunu acısız atlattı. İkinci
albüm sendromu mu dediniz? Hangi ikinci albüm? Onu üne kavuşturan albüm “Born
To Die” zaten teknik olarak onun ikinci albümüydü. Eğer yeni sahne kişiliğinin
ilk albümünü “Born To Die” sayarsanız, arkasından mini kayıt “Paradise”ı
yayınlayarak sıra savdı. Doğrusunu isterseniz 2012’den bu yana o kadar farklı
iş çıkarttı ki, “Ultraviolence”ın kaçıncı albüm olduğunu tartışmaya başlasak
bir 15 dakikayı yeriz. Bir gerçek var ki, Lana Del Rey, bu şekilde ikinci albüm
sendromunun arkasından dolaşmış oldu. Pek çok şeyde yaptığı gibi.
Benim diyen
müzik yazarı, sosyolog ya da psikolog çıkıp “Ben Lana Del Rey’i çözdüm”
diyemez. Günümüzün en göz önündeki, ama en gizemli figürlerinden birisi o. Her
yaptığıyla sizi yanıltabiliyor, her sözüyle sizi ters köşeye gönderebiliyor.
Ondan bir şey yapmasını bekliyorsunuz ve o asla onu yapmıyor.
Kendisini Lizzy
Grant olarak tanıyan birkaç kişiyi boşverelim, ‘Video Games’ ile karşımıza
çıktığında sanki bir zaman kapsülünden yeryüzüne çıkmış gibiydi. Tutkuları
içinde patlamış, kendisini anlayan kimseyi bulamayan, sevdiği adamı bilgisayar
oyunlarına kaptıran yalnız bir kadın. Yükselip yükselip düşen, bir türlü
patlamayan, günümüz dinleyicisinin kulağının aradığı nakarat zirvesini sunmayıp
hevesi kursakta bırakarak tahrik eden, bu yüzden doyurmayan, bir kez daha
dinleme isteği uyandıran arsız bir şarkıydı. İlk albümü “Born To Die”ın da bu
kadar vurucu, bu kadar seksi, bu kadar zamansız olmasını bekliyorduk. Ters
ayakta yakalandık. Albüm belli başlı birkaç şarkısı dışında tamamen güncel
seslerle örülü, hip hop’tan bolca beslenen bir liste albümüydü. Lana, önce
sadece kafasını çıkarttığı indie tünelinden tamamen ayrılmıştı.
PLASTİK BEBEK
Aslında ona ilk
kucak açanların sırtını dönmesi, “Born To Die”dan önce gerçekleşmişti. Saturday
Night Live’daki en iyimser tabirle feci performansı Lana’yı viral yapan
blogger’ları ve müzik eleştirmenlerini ondan uzaklaştırmıştı. Ayrıca
hikayesinde birtakım tutarsızlıklar ve tuhaflıklar dikkat çekmeye başlamıştı.
Kendisi yıllarca sokaklarda kaldığını, alkol tedavisi gördüğünü söylerken tüm
kariyerinin babası tarafından finanse edildiği iddia edilmekteydi. İddialara
göre o plastik bir bebekti; üretilmiş, paketlenmiş, raflara dizilmiş ve sizin
tarafınızdan alınıp eve götürülmeyi bekleyen bir bebek.
Lana’nın
anlattıklarına göre ilerlersek, “Born To Die” yaratım süreci sefalet içinde
geçmesine karşın mutlu bir albümdü. “Ultraviolence” ise onun global bir süperstar
olmasının ardından yapılmasına karşın mutsuz bir albüm. Yalnızlık, mutsuzluk,
depresyon var burada. Seks ve aşk var, ama en hastalıklı haliyle. “Bana vurdu,
ama öpücük gibi geldi” diyebilecek kadar hastalıklı. Şiddet var, dibine kadar.
Hem karşıdan gelen, hem de kendine uyguladığı şiddet bu.
Lana şiddet ve
ölüm duygusundan korkmuyor. Kurt Cobain’den Amy Winehouse’a, Elvis Presley’ye
kadar tüm kahramanları ölü. Geçtiğimiz günlerde bir röportajında “Keşke ölmüş
olsaydım” dedi. Şu anda 28 yaşında, yani lanetli 27’ler kulübüne artık
katılmayacağı için şanslı hissedebiliriz. Ama Lana öyle düşünmedi: “Bunu
sürdürmek istemiyorum. Ama sürdürüyorum.” Birkaç gün sonra, aslında bu cevabı
vermek istemediğini, buna yönlendirildiğini iddia ederek The Guardian’a kızdı.
Aslında kendisini röportajın bir yerinde ele veriyordu. Muhabir, konserlerinin
sonunda 20 dakika boyunca hayranlarıyla kucaklaştığı zamanları anımsatıp “O
zamanlarda yaptığın işi çok seviyor olmalısın” dedi. “Hayır,” diye cevapladı.
“Ne düşündüğümü bilmiyorum. Tek bildiğim şu anda, burada, bu balkonda
oturduğum.”
ZITLIKLARIN
KADINI
Lana Del Rey tam
bu anın kadını. Bir gün kalktığında dünyanın en mutlu insanı gibi hisseden, ama
bir anda neden hala nefes aldığını sorgulayan birisi. O yüzden bir röportajda
söylediği bir başkasını tutmuyor. Dürüstlüğü, tutarsızlıklarında. Gücü, zayıflığında.
Güzelliği, karanlık tarafında.
Aralık ayında
bir akşam The Black Keys üyesi Dan Auerbach’la takıldı. Birlikte bir şeyler
içip albümünü dinlediler. O gece, “Ultraviolence” çoktan bitmiş gibiydi. Pek
çok şarkıyı sıfırdan yeniden düzenlediler. Bazı şarkıları yavaşlattılar,
bazılarına dumanlı gitar soloları eklediler. Bazı şarkıları yeniden söyledi
Lana, ucuz mikrofonlarla, tek seferde. “Born To Die”ın pürüzsüz prodüksiyonuna
karşın, loş, gergin, karanlık bir kayıt yaptılar. Daha çok yakıştı.
“Born To Die”dan
sonra bir daha albüm yapmayacağını söylüyordu. “Anlatabileceğim her şeyi
anlattım” diyerek. O zaman 25 yaşındaydı ve her şeyi yaşadığını düşünüyordu.
Önceki albümlerde her yaşadığını anlatmak niyetindeydi, şimdi yaşadıklarından
parçaları çekip çıkarmaya başladı. Onun peşine “Born To Die”la takılan genç
dinleyicileri için “Ultraviolence”ın sert ruh haline, düşük temposuna alışması zor
olabilir. Ama ‘Young and Beautiful’da sorduğu bu değil miydi zaten? “Artık genç
ve güzel olmadığımda da beni hala sevecek misin?” Cevabı kendisi veriyordu:
“Biliyorum ki seveceksin.” Yanında kimin olacağını bilmiyorum, ama bir bildiğim
var, “Ultraviolence” Lana’nın kirli ve karanlık tarafına bir davetse, ben
sonuna kadar varım.
No comments:
Post a Comment