Friday, July 4, 2014

(Şu ana kadar) 2014'ün En İyi 20 Albümü




Her akademik yılın başında "Bu sene günü gününe çalışacağım" sözü verirsiniz ama çalışmazsınız, normaldir. Ama ben bu sefer günü gününe çalışıyorum. Listeleri Kasım-Aralık ayına bırakmıyorum. Kendimce yılın albümü yarışı için bir "power rankings" yapıyorum, yılın yarısını bitirmiş olmamız gerekçesiyle şu ana kadarki yılın ilk 20'sini paylaşıyorum. Yıl sonunda kim nerede olacak, görmek ilginç olur. 
(Albüm yorumları bir ikisi dışında Blue Jean'de Çekme Kaset için yazdıklarım)

20. Perfect Pussy – Say Yes To Love
Syracuse, New York çıkışlı grup Perfect Pussy’nin 23 dakikalık ilk albümü 2014’ün ortasına yerine düşen bir noise-punk bombası. Le Tigre, Sleater-Kinney veya L7, Bikini Kill gibi Riot Grrrl gruplarını çağrıştırmaları doğal. Perfect Pussy aslında vokalisti Meredith Graves dışında erkeklerden kurulu bir grup, ama müziklerinin feminen öfkesi ve sertliği, onları bu klasmana sokuyor. Sleigh Bells’in distorsiyon aşkı ve Crystal Castles’ın agresyonunu bir grupta buluşturun, biraz da Japandroids enerjisi ekleyin: İşte size Perfect Pussy. 

19. Suzanne Vega – Tales From the Realm of the Queen of Pentacles
En sevdiğim şarkı yazarlarından Suzanne Vega, 2000’leri epeyi formsuz geçirdi. “Songs In Red and Gray” ve “Beauty & Crime” onun en iyileri arasında değildi, arada dört tane derleme albüm de ya maddi sorunlara, ya da yaratıcılık problemlerine işaret ediyordu. Neyseki sonunda bildiğimiz, sevdiğimiz Vega döndü. ‘I Never Wear White’taki gitarlar ve ‘Don’t Uncork What You Can’t Contain’deki gibi 50 Cent sürprizleri de bonus. 
Dinleyin: I Never Wear White 

18. Drive-By Truckers – English Oceans
Güneyli rock’ın en sevdiğimiz grubu hemen her yıl bir albüm yayınlıyor ve kaliteyi düşürmemeyi başarıyor. Yeni kayıtları “English Oceans” da neredeyse tek bir boş şarkı yok. “Sulandırılmamış” bir Kings of Leon dinlemek isterseniz, Neil Young’ın, Tom Petty & The Heartbreakers’ın mirasçısı bu çocuklara kulak kesilin. 
Dinleyin: Shit Shots Count

17. Damon Albarn – Everyday Robots
Britanya için artık “ulusal hazine” sayılabilecek Damon Albarn’ın ilk solo albümünü 2014’te yayınlamış olması nereden baksanız tuhaf durum. Dünyanın en meşgul adamlarından birisi olduğu için kendi başına çalışmamış olması şaşırtıcı değil. İlginç olan, “Everyday Robots”ın içeriğinin de şaşırtıcı olmaması. Albarn’dan nasıl bir solo bekliyorsanız öyle. Dupduru. 
Dinleyin: Mr Tembo 

16. James – La Petite Morte
2008’deki “Hey Ma” ve 2010’un minik ikizleri “The Night Before” ve “The Morning After”dan sonra James’in yeni hayatının dördüncü kaydı “La Petite Morte.” “Rüştümüzü ispatlayışımıza hoşgeldiniz” diyor Tim Booth henüz ilk şarkıda. 30 yıldan sonra bir grubun hala yüksek formda olması etkileyici. Bildik James dokunuşları, temiz bir Brit rock sound’u ve insana meydan okuyan sözleriyle klas bir dönüş kaydı. 
Dinleyin: Moving On 

15. Coldplay – Ghost Stories
Evet, “Viva La Vida Or Death And All His Friends” gibi bir başyapıtın, ya da “Mylo Xyloto” gibi bir pop şahikasının ardından şaşırtıcı bir hamle. Evet, bir şarkı dışında tüm albüm Joy FM dinliyormuşsunuz hissinden fazlasını vaadetmiyor. Ama bir şekilde, albüm o kadar sade, o kadar çıkıntısız, o kadar basit ki, neticede güzel. 
Dinleyin: Ink 

14. Beck – Morning Phase
Ama geçen yıl ortama verdiği üç şarkı ‘I Won’t Be Long,’ ‘Defriended’ ve ‘Gimme’ de “Morning Phase”in habercisi değilmiş. Onlar keyifli, yüzü gülen şarkılar. “Morning Phase” ise olanca optimizmine karşın her anında bir burukluk, ufak bir kırıklık barındıran bir albüm. Tarz olarak Beck’in ayrılık acısı albümü “Sea Change”in kardeşi şüphesiz, ama arada 12 yılın olgunluğu var. Sürprizler ve heyecanlar aramayan, oturaklı bir albüm. 
Dinleyin: Blue Moon

13. Thee Oh Sees – Drop
Kakofonik, çiğ punk sound’uyla sevdiğimiz Thee Oh Sees’in yeni albümü “Drop”ta 1970’lerin rock’ına atıfta bulunan renklere kayması bir ters köşe. İnsanın karnını gıdıklayan groove’lar, durduğu yerde durdurmayan gitar riff’leriyle, arada surf ve psychedelic rock’a selamlar duran, 30 dakikada vuran ve kaçan bir albüm. Gitar müziği sevenler için kaçmaz. 
Dinleyin: Drop

12. Sun Kil Moon – Benji
Kozelek’in kendi standartlarında bile aşırı depresif ve karanlık bir albüm "Benji." Arada 'Dogs' gibi dalgacı şarkılar varsa da çoğunluğu ölüm üzerine. Açılıştaki bomba ‘Carissa’ veya aile ikilemesi ‘I Can’t Live Without My Mother’s Love’ ile ‘I Love My Dead’ ilk dinleyişte ayrışanlar. Defalarca dinlemeden sonra tadını artıran diğerleri için “Benji”ye buyurun. 

11. Joan As Police Woman – The Classic
Joan Wasser, 2011’deki “The Deep Field”la birlikte sound’unu ciddi bir metamorfoza uğratmıştı. Daha tempolu, daha gitarlı, daha tutkulu, daha ateşli, canlı kanlı şarkılar vardı burada. “The Classic”te de bu yoldan gidiyor: Müziğinde her daim mevcut olan soul havasını çok daha kuvvetli hissettiriyor. Soul’un soul olduğu zamanlar, Motown’lar, blues damarından beslenmiş melodiler akıyor şarkılarında. 
Dinleyin: The Classic 

10. Angel Olsen - Burn Your Fire For No Witness
Bu sefer bazı şarkıları için yanına bir grup da aldı. Birazcık daha gürültülü şarkılarında lo-fi damarı tutturmuş. Ruhundan kaybetmiş mi? Hayır. Tek başına olan halini sevenler korkmasın, o depresif ruhtan şarkılar da hala var ve ucundan Leonard Cohen havası veriyorlar. Çok şık albüm. 
Dinleyin: Forgiven/Forgotten


9. Conor Oberst – Upside Down Mountain
Bright Eyes’a son verdikten sonraki ilk solo kaydı “Upside Down Mountain”ın (önceki solo işlerine göre) akustikten ziyade elektrikli indie rock’a yakın durması, ama folk damarından kopmaması güzel haber. 2004 civarında kendisine “yeni Dylan” diyenlerin sayısı az değildi, Oberst kendini bu etiketten sıyırmayı başardı ama hala günümüzün en dikkate değer şarkıyazarlarından birisi. 
Dinleyin: Hundreds of Ways

8. tUnE-yArDs – Nikki Nack
Merrill Garbus günümüz müziğinin en yaratıcı beyinlerinden birisi. Bir önceki albümü “whokill”de ikna olmayanlar şimdi “Nikki Nack” ile muhakkak oltaya gelecekler. Popun yakalayıcılığı, hip hop’ın yaratıcı prodüksiyonu, indie’nin kabına sığmazlığı ve dünya müziğinin sınır tanımazlığı vücut buluyor Garbus’un müziğinde. 
Dinleyin: Water Fountain

7. Lana Del Rey – Ultraviolence
Bu albüm için Dan Auerbach’a teşekkür etmek gerekiyor. Neredeyse bitmiş bir albümü bir gece dinledikten sonra Lana’nın kanına girmeseydi belki yine “Born To Die” gibi bir pop albümü dinleyecektik. Ama pürüzlü sound’u, kirli sözleri ve karanlık atmosferiyle “Ultraviolence,” Lana’yı ilk tanıdığımız ‘Video Games’in vaadini yerine getiren bir albüm. 
Dinleyin: West Coast

6. Wild Beasts – Present Tense
Wild Beasts günümüzün en yetkin, en yaratıcı ve en derin gruplarından birisi. “Present Tense”te farklı uçlara gidip geliyorlar ama sizi sarsmadan, savurmadan. ‘Sweet Spot’ın synth pop’undan ‘Daughters’ın karanlık new wave’ine hiç zorlanmadan ve dinleyiciyi zorlamadan geçiyorlar. ‘Pregnant Pause’un seksiliği bir yanda, ‘Palace’ın aşkı yan yana yürüyorlar. Çok narin, çok doğal, çok saf bir müzik Wild Beasts’inki. 
Dinleyin: Mecca

5. Cloud Nothings – Here And Nowhere Else
90’lar havaları deyince pek çok kişinin aklına Pearl Jam’i kopyalayan Creed veya 3 Doors Down gibi gruplar geliyor. Fakat erken 1990’lardaki Amerikan indie’si bundan çok daha fazlasıydı. Sterillikten uzak, punk çarpıcılığına sahip, insanı sarsıp kendisine getiren ama belki de hepsinden önemlisi, samimiyet dolu şarkılardı o dönemin kilidi. Cloud Nothings yeni albümünde işte bunu başarıyor. Hem de düz kopyacılık yaparak değil. 
Dinleyin: I'm Not Part Of Me

4. The War On Drugs – Lost in the Dream
“Lost in the Dream”de 1980’lerin rock radyolarının havası var. İnceden sisli bir sound’un arkasında temiz gitarlar, rol çalmayan davullar ve Adam Granduciel’in pürüzsüz vokalinin yanında yumuşak synth’lerle çerçeve tamamlanıyor. O çerçevenin içine iyi yazılmış şarkılar da oturunca parçalarının sürelerinin uyandırdığı intibaya ters bir şekilde zorlamadan akıp gidiyor tüm albüm. Biraz Dire Straits, biraz Bruce Hornsby, biraz da Roxy Music duyuyorsunuz The War On Drugs müziğinde. 
Dinleyin: Red Eyes  
3. The Black Keys – Turn Blue
Neredeyse yedi dakikalık muhteşem açılış şarkısı ‘Weight Of Love’a bakın: Pink Floyd’a selam duran blues gitar sololarıyla insanı yere yıkan bir parça. Hemen ardından soul’dan beslenmiş, ‘Howlin’ For You’ kumaşına yakın duruyor, üç numarada ‘Turn Blue’ ise Motown klasiği gibi. The Black Keys sekizinci albümünde, 2014 yılında büyük bir rock albümü nasıl yapılır, dersini veriyor.
Dinleyin: Fever


2. Sharon Van Etten – Are We There
Uykuya dalarken kafanıza takılan bir melodi vardır, “Bunu kaydetsem nefis olur” dersiniz ama sonra uykuya dalarsınız ve sabah o melodiyi hatırlamazsınız. İşte Sharon’ın melodileri öyle düşsel. Sanki incecik bir ipliğe asılmış da uçurumdan sarkıtılıyormuş gibi: Boşlukta salınıyor, ama hiç kopmuyor. “Are We There”de kompozisyonlar ilk üç albümüne göre daha kompleks, şarkılar öncekilere göre daha fazla genişliyor, büyüyor. Ama hala gitarının arkasına sığınınca gözlerini kapattığı belli olmaz zanneden o naif kızın elinden çıktığı belli bu şarkıların. Bu yüzden benzersiz güzellikte.

1. St. Vincent – St. Vincent
Bu albümün Annie Clark’a sadece indie dinleyenlerin değil, çok daha geniş bir kitlenin desteğini getirmesi kesin gibi. Bunu yaparken sound’unu bir kez daha yenilemesi dikkate değer. “Strange Mercy”yi müthiş bir albüm yapan gitarlar bir kenara bırakılmış, elektronik seslere yelken açılmış. 2012’de David Byrne’le yaptığı “Love This Giant” albümündeki orkestral eğilimler mi etkiledi bilinmez, ama mesela ‘Digital Witness’ gibi bir parçadaki şişman bas efektleri insanı karnından yakalayıp sarsabiliyor. ‘Birth in Reverse’ son derece yakalayıcı bir parça ve temposuna kapılmamak imkansız. Clark ‘Bring Me Your Loves’ta ise Animal Collective gibi cızırtılı seslerden destek alıyor ve vokaliyle şarkıyı iyice şımartıyor. Evet, bir rock kaydı değil bu, indie pop veya belki de daha isabetli bir tabirle art pop. 
Dinleyin: Prince Johnny 

1 comment:

  1. çok güzel bir liste.. tebrik ederim fakat spoon, aphex twin, Todd Terje, avi buffalo, alvvays unutuldu sanırım.. sevgiler:)

    ReplyDelete