2013'ün ortası geldi, "Bu nasıl listecilik anlayışı?" diyebilirsiniz. Sektörün nasıl işlediği malumunuz, pek çok iddialı film sene sonu gelmeden girmiyor gösterime. Türkiye'e 2012 tarihli filmleri 2012 yılında izleyebilmek de özel çaba gerektiriyor. Listeyi yapmadan izlemem gerektiğini hissettiğim (sinemasever içgüdüsü) tüm filmleri izledim ve listemi oluşturdum. Yalnız malum sebepten 2011'de çıkmış ama yaygın dolaşıma 2012'ye kadar girmeyen birkaç filmi de listeme ekledim. Gözden kaçsın veya ben onlardan bahsetmeden geçeyim istemedim (sinemasever vicdanı). Buyrun...
1. Oslo, 31 Ağustos
Yalan yok, Altın Lale’li ilk filmi “Reprise”i sevmiştim, ama Joachim Trier’in bu kuvvette bir ikinci filmle gelmeisni beklemiyordum. Yine gençliği, ama bu sefer belki de kaybolmuş gençliği anlatan hem şiir, hem de tokat gibi bir film “Oslo, 31 Ağustos.” Sadece bir günü resmedip bir hayatı anlatmayı başarabilen, “zaman” üzerine gördüğüm en kuvvetli anlatılardan birisini üretebilen bu film, ilk izleyişimden bu yana hep içimde kaldı. Yıl sonu geldiğinde de zirve için neredeyse tek kaldı.
2. The Master
İlk izlediğim gün yakama yapışsanız, belki de hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirdim. Paul Thomas Anderson’ın son filmi yoğun, izleyicisine kolay yol bırakmayan, ondan dikkat ve yoğunlaşma isteyen ama ödülünü de sonsuza dek sizinle kalacak görüntüleri ve fikirleri beyninize kazıyarak veriyor.
3. Holy Motors
İlk sahnesinde size bu filmi nasıl izlemeniz gerektiğini gösteriyor Leos Carax, harikulade bir rüya-sinema sahnesiyle. O andan sonra neyin gerçek, neyin sürreel, neyin rüya, neyin kabus olduğu size kalmış. Cevaplardan çok tecrübenin kendisine odaklanmanızda daha çok fayda olan, müthiş bir film “Holy Motors,” Carax’ın görkemli geri dönüşü.
4. Silver Linings Playbook
Her yıl ödül sezonunda Arap atı gibi sonradan açılan bir bağımsız film olur. Pek çok yılda olduğu gibi bu yıl da bu film Harvey Weinstein imzalı bir yapım oldu. David O. Russell'ın bipolar oğlundan muhakkak etkilenerek çektiği "Silver Linings Playbook" zihinsel hastalığı ne parodize ediyor, ne de bir cehennem gibi anlatıyor. Filmi de dramla komedi arasında ustaca ilerletiyor ve bu yıl aldığı (ve umarım, alacağı) ödüllerin hepsini hak ediyor.
5. Zero Dark Thirty
Yılın en tartışmalı filmi. Saldıranıyla, savunanıyla Kathryn Bigelow kimsenin kayıtsız kalamadığı bir film yaptı. Belki bu tartışmaları filmin ödül sezonu performansını baltaladı ama olsun, benim gözümde Bigelow ne işkenceciyi kutsayan ne düşmanı lanetleyen, soğukkanlı bir anlatım tutturduğu nefis bir film yapmıştı. Amerika'daki tüm farklı kanatları karşısına alma cesaretine bakıyorum da, Hollywood'daki en cesur insan bence Bigelow.
6. Ted
Seth MacFarlane'ın hiçbir zaman büyük bir hayranı olmadım. "Ted" ise sürekli içen, küfreden, uyuşturucu kullanan ve seks düşünen bir oyuncak ayıdan, ya da düşmüş bir eski yıldızdan, hem samimi bir dostluk öyküsü, hem de Hollywood'un yazısız kurallarını paramparça eden kirli bir gençlik filmi çıkarmayı başarıyor.
7. The Sessions
Helen Hunt ve John Hawkes'un karşılıklı döktürdükleri "The Sessions" farklı bir aşk filmi. Farklı, çünkü engelli bir adama ve bir seks işçisine dair sinemada bugüne kadar sunulmuş tanımların hiçbirine uymuyor. İkisi için de üzülmüyoruz ve ikisinin de ilişkisi hiç klişe ilerlemiyor. Sıcak, komik, gerçekçi ve hüzünlü.
8. Django Unchained
"Inglourious Basterds"ta Nazi Almanyasına gidip kendince tarihi temize çeken Quentin Tarantino bu sefer de köleliğin hala var olduğu Amerika'da siyahların ihtiyacı olan bir "vigilante" armağan ediyor folklore. Son filmlerine göre anlatımını biraz daha dizginleyen Tarantino kan vanasını sonuna kadar açıyor. Christoph Waltz gibi bir oyuncuyu böylesine öne çıkardığı için ona teşekkür etmeliyiz. Belki de Leonardo Di Caprio'nun kariyerinin en iyi performanslarından birisini sunmasına fırsat verdiği için de.
9. Margaret
Stüdyonun kısaltılmasını, yazar/yönetmen Kenneth Lonergan’ın ise dokunulmamasını istediği müthiş bir tragedya “Margaret.” Hollywood arafında geçen yıllar sonunda izlediğimiz 150 dakikalık kurgu etkileyici, ama 180 dakikalık DVD versiyonu da mevcut. Lonergan “Daha iyi ya da daha kötü demiyorum, ama bunlar farklı filmler” diyor. Diyaloglar üzerinden ilerleyen ve müthiş bir karakter analizi sunan “Margaret,” Amerikan sinemasının son yıllarda gördüğü en etkileyici psikolojik filmlerden birisi.
10. Argo
Winner takes it all. Kazanan her şeyi alır. Ama bazen de kazanmak geri teper. "Argo" ardı ardına topladığı ödüllerle Oscar'a doludizgin gidiyor ve gösterimdeyken filmi seven pek çok kişi şu anda ona karşı cephe almaya başlıyor. Ben Affleck'in yönetimine şaşıranlara şaşırmak lazım zira "Gone Baby Gone" da, "The Town" da sağlam birer anlatım ürünü ve Clint Eastwood esintileri taşıyan sağlam işlerdi. Affleck burada siyasi açıdan da (bence) doğru bir yerde duruyor, "günahsız ABD" imajından uzak duruyor ve tempoyu mükemmel denetliyor. Yarattığı nefis 1970'ler ve 1980'ler atmosferini dönemin film diline yakın durarak da destekliyor ve sevseniz de sevmeseniz de klasik Amerikan sinemasına kalacak bir filme imza atıyor.
11. Walk-Away Renee
Eski videolar ve fotoğraflardan yaptığı birkaç yüz dolarlık filmi "Tarnation"la "Sinema böyle bir şey de olabilir" dedirtmişti Jonathan Caouette. Yeni filmi "Walk Away Renee"de zihinsel sorunları olan annesi daha çok merkezde. Annesiyle olan bir yol hikayesi "Walk Away Renee" teknik olarak belgesel, ama bunu "gerçekçi" bir film olarak okumak da pekala mümkün. "Tarnation"a göre çok daha olgun ve çok daha iyi bir film.
12. Damsels in Distress
Üst sınıftan gençlerin dertlerini Whit Stillman anlattığında bir başka oluyor. Bu sefer bir üniversite kampüsüne giriyor ve Greta Gerwig ile Analeigh Tipton'ın başını çektiği yetenekli bir genç oyuncu kadrosuyla harika bir filme imza atıyor. Woody Allen-vari dram-mizah ile feelgood movie çizgisi arasında dengede yürüyor.
13. Weekend
Bir Cuma akşamı Russell, arkadaşlarındaki bir partiden çıkar ama eve gitmek yerine bir gece kulübüne gider ve Glen'le tanışır. İki adamın bir hafta sonu yaşadığı, perdenin gördüğü en samimi, en doğrudan aşk hikayelerinden birini ortaya koyuyor.
14. Dupa Dealuri (Tepelerin Ardında)
Unutulmaz “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”ün 5 yıl sonrasında Cristian Mungiu yine çarpıcı bir dramayla kişisel olandan yola çıkıp sosyal ve politik olana dair çok ciddi şeyler söylüyor. Soğukkanlı planları ve "Bir Zamanlar Anadolu'da"yı da anımsatan ince kara mizahi dokunuşlarıyla müthiş bir filme imza atıyor.
15. Pieta (Acı)
Kim Ki-Duk'u sessiz ve naif filmleriyle sevenlerin dikkatli yaklaşmasını gerektiren bir film olduğu muhakkak. Ama stilize yönetimiyle kısa sürede izleyeni içine çeken bir film olduğu muhakkak. Zekice senaryosuyla hem fiziksel, hem de duygusal acıyı hissettiren "Acı," Kim Ki-Duk'un formunu yeniden bulmasını da müjdeledi.
16. Life of Pi
Bugüne kadar 3D'yi en iyi kullanan film. Aynı zamanda Ang Lee'nin rengarenk filmografisinin en iyilerinden birisi. Doğanın kaotikliğini unutmadan ve "dostluk filmi" klişelerine girmeden insan-hayvan ilişkisini olabildiğince dokunaklı bir şekilde anlatıyordu.
17. Barbara
Onlarca farklı açıdan izlediğimiz Berlin Duvarı yıllarına dair bir film çekip taze bir bakış sunabilmek kolay iş değil. Filmine adını verdiği ve neredeyse hiçbir sahnesinin dışında bırakmadığı Barbara'yla güçlü, etten kemikten, canlı bir karakter nasıl yaratılır, onu ortaya koyuyor Christian Petzold. Geçmişle hesaplaşma sinema üzerinden nasıl yapılır, bir sanatçı ülkesinin geçmişini nasıl tartışmaya açar, onun dersini veriyor.
18. Alpeis (Alpler)
Büyük gürültü koparan "Köpekdişi"nin iki yıl sonrasında Giorgios Lanthimos yine "başka bir gerçeklik" anlattı. "Alpler" de bir bakıma çok rahatsız edici ama onu zorlayıcı yapan şey grafik şiddet değil, karakterlerin düştüğü acınası durum. Ve sembolik olarak modern zamanlarda hemen herkesin üzerine düşen rolleri oynuyor oluşunun belki de abartılı bir temsili olduğu için kişiye de dokunuyor.
19. Bernie
Jack Black'i sevsem de var olduğu filmlerde hiç oynamadığı, Jack Black'lik yaptığı bir gerçek. Richard Linklater belki de ilk defa ondan bir "performans" almayı başaran yönetmen olmuş. İyi insan-kötü insan, suçlu insan-masum insan ayrımlarını vicdanlarda bulanıklaştıran ve adalet-hukuk ikilemini sorgulatan bu film, 2012'nin belki de en hakkı yenen filmiydi.
20. Beasts of Southern Wild
Picasso "Rafael gibi çizebilmem dört yıl sürdü, çocuk gibi çizebilmek ise bir ömür" demişti. Hushpuppy'nin rehberliğinde çıktığımız "Düşler Diyarı" turunda aklıma hep bu söz geldi. Benh Zeitlin hikayesinde bir çocuğu anlattığı için değil, hikayesini bir çocuk gibi anlatabildiği için unutulmaz bir filme imza atıyor.