Kendime not: Havayollarından ucuz bilet kovalarken bayram tatilinin iki hafta sonrasına ikinci bir tatil koymak iyi bir fikir değil.
Şüphesiz çok ilerigörüşlü bir insan değilim. Beş ay
öncesinden bulduğum ucuz bilet sonucu Kopenhag’a bir hafta sonu tatili
ayarlamak hayatımda yaptığım en uzun vadeli hareketlerden birisi. Ancak çok
önceden belli olan Kopenhag yolculuğu, bayram tatili nedeniyle “doğan”
(gazeteci olunca bayram tatilleri bayramdan birkaç hafta öncesine kadar
kesinleşmiyor) Berlin tatilinin iki hafta sonrasına gelince o Danimarka yolu
gözümde büyüdü de büyüdü.
Cuma gece 1 gibi vardık Kopenhag’a. Havaalanından kente
gitmek için tren uygun, bildiğim kadarıyla gece boyu çalışıyor. Merkez istasyon
iki durak (yaklaşık 25 dakika) uzakta. Trenler hızlı, temiz (ki Kopenhag’ın
tamamı öyle) – ama çok pahalı (Kopenhag’daki her şey öyle). Wakeup Copenhagen’a
yerleştik, fiyatına göre iyi bir otel ya da tam ters deyişle, çapına göre
fiyatı iyi. Saat 2’de şehir merkezine yakın bir otele yerleşmişiz, yapılacak
iki şey var: Ya kenti keşfe çıkacağız ve Cuma gecesini yaşayacağız, ya da
uyuyup ertesi sabah erkenden kalkmak için güç depolayacağız. Dört-beş saat önce
mesaiden çıkıp İstanbul trafiğine atılmışız, üç küsur saat uçmuşuz, bonus
olarak 30’un yanlış tarafındayız. Uyuyoruz.
İlk kez gelinen şehirde turist atraksiyonlarıyla kentteki
“hip” yerlerin dağılımını hakkıyla yapabilmek esastır. O yüzden Küçük Denizkızı
Heykeli’nden (Den lille havfrue) başladık. Adını Hans Christian Andersen’in
bir masalından alan heykel, adı gibi küçük. Bunu gitmeden önce bilin ki, sonra
hayal kırıklığına uğramayın. Ama bu gitmeden önce bana çok söylendiğinden midir
bilmem, ben bir Manneken Pis kadar yıkıma uğramadım.
Küçük Denizkızı’nı bırakıp merkeze doğru yürürken Kastellet’ten geçtik. Avrupa’nın en eski kalelerinden birisi, şu anda Danimarka Ordusu tarafından da kullanılıyor. Yine merkeze doğru giderken Rosenborg Kalesi’nin bahçelerinden yürüdük, daha sonra Botanik Bahçesi’nden (Botanisk Have) geçtik. Avrupa’ya her gidişte gıpta edilen, ciğere İstanbul’da görmediği oksijeni yükleten, kafaya yeşil terapisi yaptıran nefis parklardan birisi bu da.
Küçük Denizkızı’nı bırakıp merkeze doğru yürürken Kastellet’ten geçtik. Avrupa’nın en eski kalelerinden birisi, şu anda Danimarka Ordusu tarafından da kullanılıyor. Yine merkeze doğru giderken Rosenborg Kalesi’nin bahçelerinden yürüdük, daha sonra Botanik Bahçesi’nden (Botanisk Have) geçtik. Avrupa’ya her gidişte gıpta edilen, ciğere İstanbul’da görmediği oksijeni yükleten, kafaya yeşil terapisi yaptıran nefis parklardan birisi bu da.
Sonraki istikamet Nyhavn. Kanal boyunca dizilen rengarenk
binalarıyla Kopenhag’ın en kartpostallık yeri. Genelde en kartpostallık
yerlerde bir yapaylık olur; Nyhavn şiir gibi, masal gibi. Tabii o büyünün
bozulması için kanal boyundaki mekanların fiyat listelerine göz atmanız yeterli
oluyor. Smorrebrod dedikleri açık sandviçlerinden tadımlık üç tane ve bir bira
için talep edilen rakamlar göz yaşartıcı.
Nyhavn’ın ardından yürüyerek Ströget’e gittik. “Kopenhag’ın
İstiklal Caddesi” olarak tarif edilse de Bağdat Caddesi’ne daha çok
benzetilebilir. Daha alışveriş odaklı, inceden sosyetik ve bar-kafe kalitesi
daha ziyade ünlü ama ruhsuz yerlerden mürekkep. Gece hayatının daha hip
yerlerinin Vesterbro’da olduğunu öğrendiğimiz için (ve saat Ströget’teki
mekanların yavaştan kapanma saatine geldiği için) Ströget gezintimizi nefis
Lego dükkanına camdan bakmak, bir iki hediyelik eşya dükkanından üç-beş bir şey
almak, bir kafede kahve içmek, yolda krep yemekle hallettik.
Akşam yemeği için Vesterbro’daki Bio Mio’dayız. Eski bir
Bosch fabrikasından bozma (ki Bosch tabelası hala tepede durmakta) son derece
geniş, sıra halinde dizilmiş geniş masaları başkalarıyla paylaştığınız, menüden
baktıktan sonra siparişinizi gidip kendiniz verdiğiniz ve sonrasında aşçıların
yemeğinizi pişirmesini izleyebildğiniz bir restoran Bio Mio. Alamet-i farikası
organik yemekler yapması ve bunu da çok güzel beceriyorlar. Yemekler gerçekten
nefis. Fiyatlar biraz tuzlu ama Kopenhag ortalamasına göre çok da acımasız
değil.
Hazır yakındayken gece çıkması için Kødbyen’e gittik. Sözlük
anlamıyla “Et şehri” olan bölge aslında eski bir mezbahalar alanı. Yakın
zamanda ise bölgede barlar, kulüpler açılınca Kopenhag gece hayatının kilit
yerlerinden birisi olmuş. “Gecenin bir vakti gençler evlerine dönerken kasaplar
işe giriyorlar, böylece Kødbyen hiç uyumuyor” denmiş Guardian’daki yazısında.
Belki mekanların hala değiştirilmemiş kasap estetiğini, sözgelimi beyaz
karolarını, kapıların camlı olmasını yadırgayabilirsiniz ama içine girince
gerçekten eğlenceli mekanlar bunlar. Karriere veya Jolene; Kødbyen’e
gittiğinizde birer kokteyl içebileceğiniz (özellikle happy hour’larda kokteyl
fiyatları gerçekten uygun) ve “İnsanlar ne kadar güzel ya” diye iç
geçirebileceğiniz yerlerin sadece ikisi.
Vesterbro’da Kødbyen dışında da gidilecek mekanlar var.
Dyrehaven bunlardan birisi. Hem biralarını sevdim, hem de çaldıkları post-punk
şarkılarını. Üstelik aydınlık ve tatlı bir yer, ama içerisi oldukça
kalabalıklaşabiliyor.
Ertesi sabah, Kopenhag’daki 48 saatimizin zirvesi için
Mother’dayız. Mübalağa yok, yine Vesterbro’daki bu pizzacı, hafta sonu
sabahları rüya gibi bir açık menü brunch sunuyor. Pizzalar, soğuk mezeler,
şekerliler, eh, Danimarka olunca peynirler Allah’ın emri... Mükemmel,
patlayıncaya kadar yediğim ve kendimi kötü hissettiğim ama şu an bile hala “Ne
güzeldi” diye andığım bir brunch oldu. Bunun üzerine bol bol yürümek gerekti
tabii ki. Merkeze doğru yürürken istikametimiz olan meşhur Tivoli Parkı Noel
için hazırlanmakta olduğu için kapalıydı. Düşününce belki de isabet olmuş zira
o kadar dolu bir mideyle eğlence parkına girmek Problem Çocuk sahneleri
yaratabilirdi.
Pazar günümüzü müzelerde de geçirebilirdik. Örneğin Ulusal
Müze veya Ulusal Galeri’ye yolumuzu düşürebilirdik. Louisiana Modern Sanat
Müzesi iyi bir seçenek olabilirdi. Andersen’in masalları için interaktif bir
müze tecrübesi yaşayabilir, ya da işi iyice dalgaya vurup Tuborg veya Carlsberg
müzelerinde gezebilirdik. Ama onu yapmadık. İkinci günümüzü biraz daha gevşek
geçirmek istedik. İki günlük bir tatilde, hele tüm gece de yolda geçecekken
sokaklarda sakince yürümeyi koşturmaya tercih ettik. Tersini tercih edecekler
için bu paragraf bir müze rehberi olsun.
Knippel köprüsünden geçip Christianshavn’ya yürüdük, yol uzundu ama
vardığımızda gördüğümüz manzara güzeldi. Nyhavn’daki gibi nehir kıyısına bakan
kutu kutu şirin evler, ferah sokaklar... Çok değil, biraz yürüyünce Freetown
Christiania’ya varacaksınız. 1970’lerin özgürlükçü atmosferine yakışan bir
komün düşü kurulmuş burada, sonra hippilerce işgal edilmiş bu alan. Daha sonra
devlet kendilerini çıkaramayınca orada özerk bir yönetim kurmalarına göz
yummuş. İçeride ot satışı 30 yıldan fazla bir süre serbestmiş ama son yıllarda
devlet kendilerine biraz daha fazla baskı uygulamaya başlamış. Eh, Kopenhag’ın
ortasında yaklaşık bin kişinin yaşadığı, yarım kilometrekarelik bir özerk alan
her zaman devletleri korkutur. Ama Christiania direniyor, hikayesini detaylı
olarak okumanızı öneririm. Hah, gittiğinizde çok gerilmeyin, içerisi son derece
rahat bir özgürlük ortamı ancak birkaç kuralı hatırınızda tutmanızı tavsiye
ederim: Koşmayın, bağırmayın ve fotoğraf çekmeyin. Koşmayın ve bağırmayın çünkü
Freetown sakinleri polis baskını olduğunu zannedebilirler. Fotoğraf çekmeyin
çünkü “marijuana hala yasal değil.” Merak etmeyin, girişte bu uyarı size
hatırlatılıyor. Biraz gezdiğinizde açık açık esrar satan dükkanları, güzel
müzik çalan kafeleri, önünde durup içen tipleri göreceksiniz. Ve tabii ki tüm alanı
gezdiğinizde tahta evleri, ağaçları, çimenleri görüp kaldığınız süre boyunca
şehir hayatından uzaklaşmanın tadını çıkaracaksınız. Adeta “The Village” gibi,
bambaşka bir dünya, bambaşka bir zaman akışı var Freetown Christiania’da. Zaten
bu yüzden çıkarken tabelada “Şu anda AB’ye giriyorsunuz” yazısı yazıyor.
AB’ye döndükten sonra Kopenhag’da geceyarısına kadar birkaç
saatimiz daha var. Bir kafede cam kenarına oturup gelen geçeni izleyip güneşi batırdık.
Merkeze dönüp meşhur pub’larından Streckers’a oturduk, Carlsberg’lerimizi
içtik, maça baktık, FC København, Aalborg’u 4-0 yeniyordu. O gece stada da
gidebilirdik aslında, ama toplamda iki günlük bir tatilin bir kısmını stadyumda
geçirmek pek mümkün bir şey değil – en azından evli bir erkek için! Yine aynı
akşamki Band of Horses konseri için kendimi zorlamamam da ondan (biraz da grubu
2008’de, iyi zamanlarında izlemiş olduğumdan). Sonra Ströget’te biraz daha dolaşmaca,
Burger King’de yemek yeme (maalesef yurtdışında da Burger King/McDonald’s yiyip
bildik lezzeti kıyaslama benim için bir guilty pleasure). Final için ise yine merkezde
La Fontaine’e gittik. Kopenhag caz barlarıyla ünlü bir kent, özellikle Jazzhus
Montmartre alanında dünyanın en ünlülerinden birisi. La Fontaine belki o kadar
ünlü değil ama loş ışıkları, o Pazar akşamında adım atacak yer bulamayacak
kadar kalabalık oluşuyla müthiş bir ambiyansı var. Caz uzmanı sayılmam ama çalan
grup da çok iyi. Grup demek ne kadar doğu bilmiyorum, zira sürekli rotasyon
halinde çalan 6-7 müzisyen var. Müthiş jam’ler yaptılar ve hayran kaldık. Ama
artık bizim için gitme vakti.
Merkez istasyondan bavullarımızı aldıktan sonra iki durakta
havaalanına gidecektik. Toplu taşımayı önceki üç kullanışımızda aldığımız
biletleri nereye okutacağımızı bulamadığımız için Pazar akşam saat 11’de kimse
kimseye bilet sormaz diyerek (Berlin’deki beleştepe tecrübemizden de cesaret
alarak) bilet almamaya karar verdik. Hepi topu 20 dakikalık bir yolculuk, bilet
sormazsa yaklaşık 80 TL cebimizde kalacak. İki gün boyunca Avrupa’nın en pahalı
şehirlerinden birisinde her şeye yüzlerce Kron (0.3 TL) bayıldıktan sonra bu
küçük hesaba gerek yok işte, ama şeytan dürtüyor. Trene biniyoruz, hareket
ediyor, görevli vagonları gezmeye başlıyor, yanımızdan hızla geçerken kalbim
250 atıyor. Bir sonraki vagona geçiyor, oh, kurtulduk. Gözüm sürekli saatte,
dakikalar geçmiyor. İki durağın ilkine yaklaşık 6-7 dakikada gelmemiz laazım
ama o 6-7 dakika 6-7 saat uzunluğunda. Sürekli arkayı kontrol ediyorum, görevli
var mı diye, görünürde yok. Zaman geçmiyor. Sonra bir bakıyorum arkadaki vagona
varmış. Tek tek biletlere bakıyor, koltukları geçiyor, aramızda 7-8 sıra ve bir
kapı var sadece. Saat 22:56, aradaki istasyona varıyoruz. Hadi diyorum Selmin’e,
iniyoruz. Koşarak iniyoruz. Hava 1 derece ama ter içindeyim. Görevli bizim
vagona ulaştı ama ben dışarıdayım. Bomba patlarken binadan kaçan John McClane
hissiyatına tüm hayatım boyunca en yaklaştığım an. Tren ilerliyor, dışarıdan
bakıyoruz. Havaalanından bir durak uzaktayız ama tıpış tıpış bilet almaya
çıkıyoruz, bu kadar illegallik yeter.
Koşuşturmayla geçtiğine, heyecanla bittiğine bakmayın:
Kopenhag zamanın yavaş aktığı, insanların güler yüzle bisikletleri üzerinde
dolaştığı, soğuğa rağmen (soğuk sayesinde) çok ferah bir havası olan, insanı
dinlendiren bir şehir. İstanbul ve son tatil destinasyonum Berlin’in manik
depresifliğinden uzakta, huzur dolu, “burada yaşanır ki” dedirten bir yer.
Kendime ikinci not: Havayollarından ucuz bilet kovalarken uzun
vadeli program yapmakta bir sorun yok. O yol gözünde büyüse de, Cuma akşamını “Yetişebilecek
miyim?” stresiyle, Pazar gecesini uçakta zombi gibi geçirsen de, her saniyesine
değiyor. Kopenhag’da değdi en azından.
Her kelimesine imzami atarim, Kopenhag sadece turistik gezi icin degil yasamak icin de harika :)
ReplyDelete