Bu yazıyı Ezginin Günlüğü'nden "Aşk Bitti" eşliğinde okumanız tercih sebebidir.
Vapurda giderken yüzünüz Avrupa dönük şekilde oturmuşsanız, o sarı bina çeker dikkatinizi. “Hah” dersiniz, “bu bizim okul! Haa... Yok ya, o Kabataş’mış, bizimki onun yanında, aynısının daha küçüğü.” Küçük, Galatasaray Üniversitesi’ni, fiziki olarak, tanımlabilecek bir kelimedir. İçine girersiniz, “Bu kadar mı?” dersiniz. ODTÜ’nün stadı, Boğaziçi’nin meydanı kadar bir alan ya var ya yoktur.
Ama günlerinizi o kampüste geçirmeye başladığınızda küçük kelimesi gelmez aklınıza. Ya da bu kelimeyi olumsuz olarak kullanmazsınız. “Küçük ev”deki küçüklüktür Galatasaray Üniversitesi’nin küçüklüğü. Sıcaklıktır, samimiyettir. Herkesin herkesi tanıdığı köyler gibi, iyi kötü herkesle bir selamının olduğu mahalleler gibidir o üniversitede yaşam. Fransız sisteminin insanı kahreden çatık kaşlılığına gülmeyi burada öğrenirsiniz, ya da bütünleme haftalarının midelere kramp sokan atmosferine dayanmayı. Neticede birisi olarak gidersiniz, bambaşka birisi olarak çıkarsınız Galatasaray Üniversitesi’nden. Çoğu zaman çok daha iyi birisinizdir ayrıldığınızda.
Dün Galatasaray Üniversitesi’nin yangınını önce televizyonda, sonra koşup giderek kendi gözlerimle gittiğimde yedi buçuk yılımı geçirdiğim bir bina yığınına bakmıyordum. İstanbul’a gelip gözümü açtığım, beni ben yapan bir tecrübeyi ağır çekim izliyordum. Şüphesiz yaşıtlarım, hocalarım veya benden küçük kardeşlerim de aynı şeyi düşünüyordu. Tedirgin suratlardan, yaşlı gözlerden gördüğüm oydu. Zaten o saatte niye koşup gidersiniz ki oraya, bir yakınınız trafik kazası geçirdiğinde hastaneye gitmenin bir anlamı vardır, kan vermek gerekir, başka bir şeye ihtiyaç olur. Orada üfleyerek, su taşıyarak söndüremeyeceğiniz bir yangını neden izlemeye gidersiniz ki? “Son görev” için mi? Kendinizle hesaplaşmak için mi?
İkisi de olabilir. Ben üçüncü bir şıkka inanmak istiyorum. “Yalnız değilsin” demek için. O bina, Galatasaray Üniversitesi’ni Galatasaray Üniversitesi yapan bina. Üniversiteyle tüm ilişkiniz o binanın en alt katında Öğrenci İşleri’nden başlar, her şeyin sonunda çıkışınızı almak için gittiğiniz fakülte odasında biter (son yıllarda okulun coğrafyasının değiştiğini biliyorum ama sembolizmi bozmayacağım). Çünkü en şapşal, en iş bilmez, en hüzünlü, en depresif, en yalnız zamanlarınızda o bina oradadır. En eğlendiğinizde de. Okuldaki ders seçimleri için verilen mücadeleler de o binadadır, Münevver Soylu’daki film gösterimleri de. Yurtta veya evde çalışamayacağınızı bildiğiniz için sınavlara hazırlandığınız kütüphane de, öyle aylak aylak vakit geçirirken birden bir holde ne için olduğunu bile anlamadığınız bir kokteylin ortasında Erdoğan Teziç’le kadeh tokuşturur duruma gelmeniz de. Hayatımın pek çok mühim paragrafına Galatasaray Üniversitesi’nin denk düşmesi de şaşırtıcı değildir. Bir kısa film de çektim o binalarda, konser verirken de tam önünde resim verdim. Karnım ağrıyıncaya kadar güldüm dostlarımla, kelimeleri bitirinceye kadar dertleştim. Aşık olduğumda da oralardaydım, “yan sınıftaki kız”a aşık olup onun peşinden koştuğumda da, sonra bir daha aşık olup “eskisi aşk değilmiş ya” derken de, sonra bir daha aşık olduğumda da, terk edildiğimde de. Yolu o binalardan geçen herkes için de böyleydi bu. Sanki ondan, en sevdiğim arkadaşlarımın çoğu Galatasaray Üniversiteli, hatta benim gibi pek çoğu da oradan yolu geçmiş insanlarla hayatını birleştirdi. Sıradan bir okul arkadaşlığı, okul flörtünün ötesinde kader birliği hissedildi orada.
İster 10 yıl yaşayın, ister 100; hayatınız boyunca en kafa yorduğunuz ve muhtemelen yine de çözemeyeceğiniz kavram, zaman. Şurada durup bu yazıyı okurken bile dünya tahmin edemeyeceğiniz bir hızda dönüyor, siz dününüzü düşünürken bugün geçiyor, yarına kafa yorduğunuz sırada dününüzden daha uzaklaşmış buluyorsunuz kendinizi. “Lost”un meşhur bölümü “The Constant”ta olduğu gibi zamanda salınırken nerede olduğunuzu anımsamak için bir sabite ihtiyacınız var. Sabitiniz başka kişiler olabilir, şarkılar olabilir. Kimisinin de eşyalara yüklediği anlamlar başkadır. Eğer yedi buçuk yıl boyunca gidip geldiğiniz bir yerden bahsediyorsak, o üniversite de sizin sabitiniz olur. Küçükken en çok oynadığınız çocuk parkına büyüyünce gittiğinizde oranın aslında ne kadar ufak bir yer olduğunu fark etmeniz gibi, ne kadar mesafe kat ettiğinizi anlarsınız o sayede. Önceki gece Galatasaray Üniversitesinin yanışını televizyondan, fotoğraflardan, ya da bizzat onun önüne gidip izleyenler “gençliğim yandı” diyorsa bu sosyal medyada üç-beş takipçi daha kapmak için söylenmiş fiyakalı bir laftan ibaret değildir. Hele son birkaç yılda çok fazla sabitini, Emek Sineması’nı, Alkazar’ı, İnci’yi, Ali Sami Yen’i kaybetmiş bir şehirde.
Ama enseyi karartmayalım. Okuduğum yıllar boyunca Galatasaray Üniversitesi “daima under construction” diye dalga geçerdim. 21 yıllık bir üniversite olarak çok doğal olan bir şekilde her yıl bir şey daha eklenirdi. 21 yıllık dilimin neredeyse tam ortasındaki 7 yılını yaşadım (evet, kötü bir öğrenciydim). En küçük zamanları değildi, şimdi gittiğimde “Vay be okul ne olmuş?” diye sordurur gibi de değildi. Galatasaray Üniversitesi “inşa haline” alışıktır. Küllerinden yeniden kurulur. Belki Süslü Salon’un duvarlarındaki kalem işi desenleri yok şimdi ama merak etmeyin, bundan yıllar önce aşık olduğunuz kızı o binada görünce çarpan kalbinizin titreşimi hala oralarda salınıyordur belli belirsiz.
Yoksa "Aşk hiç biter mi, hiç bir şey olmamış gibi, boşlukta kaybolup gider mi?"