ingiltere'ye dair en sevdiğim şeylerden birisi, popüler müziği kültürlerinin en temel parçalarından birisi olarak kabul etmeleridir. bugün londra'daki bir hediyelik eşyacı dükkanına girdiğinizde kırmızı telefon kulübelerinin, big ben'in, buckingham sarayı'nın yanında the beatles veya the who ürünleri de bulursunuz. punk'ları da hatıra tabaklarının üzerinde görebilirsiniz. satılan tişörtlerin üzerinde sid vicious veya pete doherty de vardır. yerleşik ahlak anlayışının dışında yer alan figürleri de ülkenin kültürel mirasının bir parçası olarak kabul ederler.
ingiliz toplumunda kate moss'u kült figür yapan bir şey vardır. eğer naomi campbell'ın değil, onun yüzü varsa tişörtlerde, toplum, endüstri, koşullar ne der diye bakmadan hayatını yaşadığı içindir. amy winehouse da öyleydi. camden town'da bir tur attığınızda amy winehouse saçlı kızların sayısına inanamazsınız. aslında onun saçlarını, piercing'ini, giyim kuşamını taklit eden kızlar, amy'nin ne yaptığını düşünmeden yaşadığına özendiklerini gösterdiler bu şekilde. amy hareketlerine anlam katmaya, diğerlerinin hakkında ne düşündüğüne bakmadı. peşinden gelenler bu şekilde onun gibi olmak istediler.
amy geçen ay sırbistan'da sahneye çıktığında ne halde olduğunu umursamıyordu. ayrıldığı blake fielder-civil'e hala mesajlar atarken de kimin ne düşündüğünü takmıyordu. zaten son nefesini verdiğinde göğsünde hala blake'in adı vardı. ikisi birlikte dibe vurdular, blake yükseldi, amy kaldı. sıçramayı reddetti. bir tatilinde yerlerde sürünerek diğer tatilcilerin içkilerini arakladı. onun çöküşünü birinci sayfadan verebilmek için kapısının önüne yığılan medya ordusundan bir sigara isteyip içeri geri kaçtı. kendisinden bir röportaj koparan rolling stone muhabirine blake'e nasıl sakso çektiğini fotoğraflı olarak anlattı. ayakta duramayacağı kadar uçuştayken sahneye çıktı, kötüydü, ama kendisiydi. kendisindeyken çıktığında da taciz edildiğinde elemanı nasıl da yumrukladı ama! amerika'ya giremedi, "back to black"in topladığı grammy'leri kargoyla yolladılar ona.
amy'nin ölümü de yaşamı gibi oldu. açık açık "rehabilitasyona girmemi istiyorlar ama gitmem" dedi, "bela olduğumu söylemiştim, benden artık kimseye hayır gelmez" dedi. biz bunu bile bile sevdik onu. o hayatını yaşadı, hayatını söyledi ve finali de ona uygun şekilde oldu. ölümüne üzüldüm, çünkü "back to black" gibi bir başyapıt olmayacak bir daha. o dumanlı sesten daha fazla nota duyamayacağız. ama ölümüne amy adına üzülmedim. onun yaşadığı hayat bu dünyaya uyan bir hayat değildi. kurt gibi, janis gibileri "normal" çevrimlerde yaşamazlar hayatı. bu dünya onlara uymaz, onlar bu dünyaya. amy ve onun gibiler yaşarlar, aydınlatırlar, ilham verir ve giderler. bizim gibiler, camden town'da saçlarını amy gibi yapanlar, yani "yarı-uyum sağlayabilmişler," kendisi çemberin içinde, kafası dışarıda olanlar, ışığından feyz aldı, sonsuzda yankılanacak sesinden. ve hayatına döndü. amy daimi karanlığa giderken.
ingiliz toplumunda kate moss'u kült figür yapan bir şey vardır. eğer naomi campbell'ın değil, onun yüzü varsa tişörtlerde, toplum, endüstri, koşullar ne der diye bakmadan hayatını yaşadığı içindir. amy winehouse da öyleydi. camden town'da bir tur attığınızda amy winehouse saçlı kızların sayısına inanamazsınız. aslında onun saçlarını, piercing'ini, giyim kuşamını taklit eden kızlar, amy'nin ne yaptığını düşünmeden yaşadığına özendiklerini gösterdiler bu şekilde. amy hareketlerine anlam katmaya, diğerlerinin hakkında ne düşündüğüne bakmadı. peşinden gelenler bu şekilde onun gibi olmak istediler.
amy geçen ay sırbistan'da sahneye çıktığında ne halde olduğunu umursamıyordu. ayrıldığı blake fielder-civil'e hala mesajlar atarken de kimin ne düşündüğünü takmıyordu. zaten son nefesini verdiğinde göğsünde hala blake'in adı vardı. ikisi birlikte dibe vurdular, blake yükseldi, amy kaldı. sıçramayı reddetti. bir tatilinde yerlerde sürünerek diğer tatilcilerin içkilerini arakladı. onun çöküşünü birinci sayfadan verebilmek için kapısının önüne yığılan medya ordusundan bir sigara isteyip içeri geri kaçtı. kendisinden bir röportaj koparan rolling stone muhabirine blake'e nasıl sakso çektiğini fotoğraflı olarak anlattı. ayakta duramayacağı kadar uçuştayken sahneye çıktı, kötüydü, ama kendisiydi. kendisindeyken çıktığında da taciz edildiğinde elemanı nasıl da yumrukladı ama! amerika'ya giremedi, "back to black"in topladığı grammy'leri kargoyla yolladılar ona.
amy'nin ölümü de yaşamı gibi oldu. açık açık "rehabilitasyona girmemi istiyorlar ama gitmem" dedi, "bela olduğumu söylemiştim, benden artık kimseye hayır gelmez" dedi. biz bunu bile bile sevdik onu. o hayatını yaşadı, hayatını söyledi ve finali de ona uygun şekilde oldu. ölümüne üzüldüm, çünkü "back to black" gibi bir başyapıt olmayacak bir daha. o dumanlı sesten daha fazla nota duyamayacağız. ama ölümüne amy adına üzülmedim. onun yaşadığı hayat bu dünyaya uyan bir hayat değildi. kurt gibi, janis gibileri "normal" çevrimlerde yaşamazlar hayatı. bu dünya onlara uymaz, onlar bu dünyaya. amy ve onun gibiler yaşarlar, aydınlatırlar, ilham verir ve giderler. bizim gibiler, camden town'da saçlarını amy gibi yapanlar, yani "yarı-uyum sağlayabilmişler," kendisi çemberin içinde, kafası dışarıda olanlar, ışığından feyz aldı, sonsuzda yankılanacak sesinden. ve hayatına döndü. amy daimi karanlığa giderken.