Sunday, January 31, 2010

Kağıt Helva / Elif Şafak


Elif Şafak bence okurlarına soğuk bi şaka yapıyor olmalı. Benim gibi pek çok romanını okuduysanız siz de kendinizi aptal gibi hissetmiş olabilirsiniz. Çünkü Elif Şafak son kitabında (artık bu kitap hangi türe girebilir bilemiyorum) diğer kitaplarındaki beğendiği cümleleri paragrafları bir araya getirmiş. O zaman kusura bakmasın ama ben büyük romancıyım pozlarını da kimseye yutturamaz. Ay ne güzel yazmışım bir daha kakalayayım da çok satsın, kitapları okumaya gerek yok o harika kurduğum cümleleri sizin için topladım zihniyetine nasıl karar verdi bilemiyorum. Ama romana bakışı buysa kendisini çok başarılı romancı olarak görmesini hazmedemem .Çok satmak iyi bir romanın göstergesi olabilir. Popülerlik yapılan işin iyi olduğunu gösterebilir. Ama çok satmak için eski kitaplarındaki özlü sözleri bir araya getirmek bir de afilli kapakla yutturmaya çalışmak bence en başta kendi yazdığı romanlara hakarettir. Herkesin malumudur ki bir romanı roman yapan onun bütünlüğüdür içindeki cümlecikler değil. İşte Elif Şafak'ın hem kitaplarının hem de kendisinin sıkı bir takipçisiyken sen de buymuşsun dediğim an bu kitabın dedikodudan ibaret olmadığı bizzat çıktığını görerek üzüldüğüm andır.

Wednesday, January 27, 2010

Soul Kitchen


Askerliğin son dönemlerinde bir çarşı izninde izledim "Soul Kitchen"ı.. Zor koşullar altında sinemaya gidip film izlemek daha mı keyifli oluyor ne, çok hoşuma gitti..

Fatih Akın'ın son filmi Soul Kitchen, tek kelimeyle "deli dolu, tatlı bir film" (5 kelime oldu).. İlk dakikalarından itibaren ne kadar renkli bir film olduğunu düşünüyorsunuz.. Kötü bir restoran sahibi olan dertli Zinos, iş icabı Çin'e giden kız arkadaşı narin Nadine, arıza aşçı Shayn, lokantanın cool'u Lucia (Romanya'da Lucia adında bir arkadaşım vardı, "ışık" demekmiş anlamı) ve Zinos'un sorumsuz serseri abisi Illias filmin renkli ana karakterleri.. Yönetmenin oyuncu seçimi yine oldukça başarılı, hiç bir oyuncu rolünde sırıtmıyor denebilir..

Filmin hikayesi özetle Zinos'un hem lokantasını hem de kız arkadaşını kaybetmeme mücadelesi etrafında dönüyor, tabi bu arada yan hikayelerle de besleniyor (Illias-Lucia romansı gibi).. Akın, bana kalırsa bilinçli bir tercihle, olay örgüsündeki belli gelişmeleri (Nadine'in Çin'de erkek arkadaş yapması, Illias'ın kumar faciası vb.) yüzeysel ve hafif, hatta karikatürize bir biçimde ele alıyor; ancak bu, filmin yapılış amacı gözönünde bulundurulduğunda çok da yerilesi bir tavır değil..

Fatih Akın'ın önceki filmlerine bakınca biraz "Im Juli", biraz "Solino" tadı alabiliyoruz Soul Kitchen'dan; tabi aradan geçen yıllarda yönetmenin nasıl olgunlaştığını düşünecek olursanız bu filmde diğerlerine nazaran daha kendinden emin ve rahat olduğunu tahmin edebilirsiniz.. "Nasıl bir yönetmen olmak istediğini ve sinema çevrelerinin hakkında ne düşüneceğini artık çok da kafasına takmayan bir yönetmen" Soul Kitchen'ın yönetmeni.. Evet, Akın'ın son filminde ana hedefinin izleyiciye esas olarak keyifli bir seyirlik sunmak olduğunu söyleyebiliriz.. Müzikleriyle olsun, kamera kullanımı ve hikaye anlatımıyla olsun film bu amacına ulaşıyor ve bizleri 100 dakika boyunca eğlendirmeyi başarıyor..

Tuesday, January 26, 2010

Scorpions.. veda ediyor..


12-13 sene evvel olsa çok çok üzücü, gözleri dolduran bir haber olabilirdi bu benim için.. Dün internette gördüm, son albümleri "Sting in the Tail"ın turnesinin ardından dağılacaklarını duyurmuşlar..

2010 yılından şöyle yakın geçmişe bakınca gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, geç bile kaldılar.. Neredeyse son 20 yıldır dişe dokunur bir albüm yapamadılar, albümlerin içinde tek tük iyi parçalar bulunsa da.. Yine de unutmamak lazım, ilk gençliğini 80'ler ve 90'larda yaşamış bir kuşak için önemli bir gruptu Scorpions.. Tanıdığımız ilk Alman gruptu ayrıca; o kadar küçüktük ki, Alman olduklarını öğrendiğimizde "aa, ama İngilizce söylüyorlar, nasıl yani, neden?" diye şaşırmıştık..

Aklımızda daha ziyade belli şarkıları kaldı şimdilerde: Still Loving You, Holiday, When the Smoke Is Going Down, Born to Touch Your Feelings, Living for Tomorrow, Wind of Change, Rock You Like a Hurricane, Is There Anybody There?, I'm Goin' Mad, Send Me an Angel, Lady Starlight, Always Somewhere... Bir döneme damgasını vurmuş, güzel şarkılardı bunlar.. Still Loving You ve Always Somewhere herhangi bir "en iyi aşk şarkıları" listesinde kesinlikle yer almalıdır mesela..

Üzerimizdeki etkisini ilerleyen yaşla birlikte olgunlaşmamızla ters orantılı olarak yitiren gruplara çok iyi bir örnek Scorpions; üniversiteye başladık ve unuttuk onları hızlı bir biçimde.. Artık "o tarz" grupları dinlemiyorduk.. Ama şimdi, bu son anda, teşekkür etmek lazım onlara.. Klaus Meine'nin tiz sesine, Rudolf Schenker'in göcür göcür gitarlarına ve sayısız kadro değişiklikleri arasında gelip geçen onlarca iyi müzisyene minnet borçluyuz.. Elinize, dilinize, gönlünüze sağlık..

Sunday, January 24, 2010

Avatar


Uzun zamandır beklenen Cameron filmi sonunda Aralık ayında görücüye çıktı..

Askerdeyken birkaç filme gitme şansı yakaladım, ancak uzunluğu ve seansların zamansızlığı nedeniyle Avatar'ı çarşı izinlerinde izleyemedim.. Neyse ki askerden döndüğümde film hala vizyondaydı; blockbuster olmanın yararları işte..

Terminatör 2'den beri Cameron'dan o düzeyde bir film bekleyenlerden biriydim.. "True Lies" keyifliydi, "Titanik" ise, biliyorsunuz işte, görkemli bir boşluk.. Sonra bir sinema filmi çekmedi yönetmenimiz, birkaç TV projesiyle oyalandı, ve bu filme hazırlandı.. Biz de öyle..

İlk kez 3 boyutlu bir film izledim, zaten okuduklarımıza bakılırsa 3D film çekimi ilk kez Avatar'da hakkıyla gerçekleştirilmiş.. Gözlüğümü taktım, arkamdaki çocukların sık sık dürtmelerine aldırmadan koltuğuma gömülüp filmi izlemeye başladım.. Başlarda biraz yabancılık çektim, ilk 5 dakika boyunca filmin içine girmekte zorlandım, ama sonrasında her şey akmaya başladı.. Filmin konusunu, "klasik emperyalizmin 21. yüzyıl ortalarına ve farklı bir gezegene uyarlanmış hali ile buna direnenler arasındaki kaçınılmaz çatışma ve ana karakterlerin bu çatışmada kendilerini konumlandırışları" şeklinde özetleyebilirim.. Güçlü bir hayal gücüne dayansa da film aslında oldukça basit bir hikayeye sahip: Başlangıçtaki motifleri farklı olsa da, Pandora adlı gezegenin emperyalistlerine karşı yerli halkla birlik olmayı tercih eden seçilmiş bir adamın hikayesi..

Şimdi, Cameron'ın hakkını yemeyelim.. Özellikle tasarım olarak üzerinde uzun yıllar düşünülmüş, çok paralar harcanmış bir film bu.. yepyeni bir dünya ve toplum hayal edilmiş, en ufak ayrıntısına kadar tasarlanmış bir gezegen ve gelecek ortaya çıkmış.. Yepyeni görüntü teknolojileriyle birlikte bunların hepsi film izleme deneyimimize tabi ki çok olumlu katkılarda bulunuyor, 162 dakikayı bir solukta ve hayranlıkla geçiriyorsunuz..

Ama işte, içinizde bir boşluk hissi oluyor sürekli.. Dakikalar geçiyor, hikayeye dair yaratıcı adımlar bekleyip duruyorsunuz, ama olmuyor, hep tanıdık, bildik şekilde ilerliyor her şey.. "Sonunu kolaylıkla tahmin edebildiğimiz film kötüdür" demek istemiyorum kesinlikle, sonuçta tanıdık bir hikaye de son derece etkili bir şekilde anlatılıp unutulmaz bir sinema deneyimi kazandırabilir izleyene.. Ama Avatar'da bu da pek mümkün olamıyor malesef.. Zayıf hikayeye çocuksu diyaloglar, garip ve çabucak geçiştirilmiş bir mistisizm ve çevrecilik mesajı ekleniyor ve derin bir tatminsizlik hissiyle ayrılıyorsunuz salondan..

Avatar tabi ki gişede başarılı olacaktır, hatta belli başlı eleştirmenler de filmi (özellikle de görselliğini) beğendiklerini yazacaktırlar.. Ama bir gerçek var ki bu film genelde sinemaseverlerin, özelde de Cameron hayranlarının gönlünde hiçbir zaman önceki efsanelerinin yakınına bile yaklaşamayacaktır..

T.M.İ.

herkese yeniden merhaba.. döndüm askerden, "terhis mahiyetinde izin"deyim şu anda, 31 ocakta o da bitecek, 1 şubatta da işe dönüyorum.. tabi çetin yok şimdi, ben de bloga uzak kaldım epey.. bir şeyler yazayım diye girdim, ama çok uzak hissettim kendimi.. alışmam lazım bir an evvel.. askerdeyken izlediğim birkaç filmle başlayayım bari..