Monday, March 23, 2015

Devrimci Buika!

Bu akşam Philarmonie Luxembourg'da Concha Buika'yı izledik, dinledik. Güzel ve ilginç bir konserdi, Buika güçlü sesiyle esti gürledi.. Fotoğraf yok maalesef, çünkü neden olduğunu anlayamadığımız bir şekilde, Philarmonie konserlerinde fotoğraf çekmemize izin vermiyor uzun boylu abiler.

Neyse, konserin en ilginç kısım şuydu bence: Buika, ikinci encore'a çıktığında, karşısındaki yüzlerce burjuva Lüksemburglu'ya "şarkınızı devrimli mi istersiniz, barışlı mı?" diye sordu. Bir seyirci "barış" diye bağırınca "come on man, we're too young for peace! Peace is beautiful, but sometimes boring, man.." dedi. Harika bir andı!

Sevgiler!

  

Sunday, February 22, 2015

Oscarlar öncesi kısaca..






Oscar törenine saatler kaldı. Aslında Interstellar'ın en iyi film Oscar'ına aday dahi olamadığı bir ödül töreninin meşruiyeti baştan sarsılmıştır benim için ama Oscarlar'ın - Gravity gibi şahane istisnalar hariç - bilimkurguya yaklaşımını zaten biliyoruz. O yüzden çok kederlenmenin anlamı yok..

Sekiz en iyi film adayından beşini izleyebildim: Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance), Boyhood, The Grand Budapest Hotel, The Theory of Everything ve Whiplash. Aslında gayet güzel bir film olmasına ve Eddie Redmayne'in Stephen Hawking'i insanüstü bir inandırıcılıkla oynamasına rağmen, aşırı derecede tek boyutlu hikayesi yüzünden sıradanlıktan kurtulamayan The Theory of Everything dışındakilerin hepsi, sinemaseverler için kolay kolay rastlanamayacak cevherler gerçekten de. Wes Anderson'ın her zamanki yaratıcılığı bizi yine rengarenk bir dünyaya uçurdu, Whiplash ise müzik sevdalısı herhangi birinin adrenalinini tavana çıkaran görsel ve işitsel bir şölendi (Terence Fletcher karakterinin sinema tarihinin en çekici kötülerinden biri olduğunu da ekleyelim). Ama açık söylemek gerekirse son kertede benim için Birdman ve Boyhood epey öne çıkıyor..

Seyirciyi hınzırlıkla, güzellikle, neşeyle, endişeyle, heyecanla, merakla, kederle, kısacası her türlü duyguyla bombardımana tutan Birdman, sinemada yeni bir zirveyi teşkil ediyor. Düşkünlerin ve dertlilerin filmi ayrıca, Michael Keaton'ın gelmiş geçmiş en kıymeti bilinmemiş aktörlerden olduğunu da harika bir şekilde yüzümüze vurmasına izin veriyor. Üstelik bunu tam da Keaton'ın hayatına göndermeler yaparak, adeta kendisini oynamasını teşvik ederek yapıyor. Burada Birdman - Batman paralelliğini kurmak tabii ki kaçınılmaz: filmde Riggan, (en azından gişede) başarılı bulunan Birdman 1 ve 2'nin ardından 3'ü de çekme talihsizliğinde bulunuyor ve Hollywood'un karanlık dehlizlerinde kaybolmaya başlıyor. Oysa gerçek hayatta Keaton, Batman ve Batman Returns'ün ardından Batman Forever'da yer almamayı tercih etmişti. Sonraki kariyeri genel olarak çok parlak olmadı ama en azından Joel Schumacher'ın vasat devam filminde oynama gafletine düşmemiş oldu. Öte yandan, Riggan ile Keaton arasında paralellikler bence Batman'le sınırlı değil: Hollywood'da yaptığı işlerin işe yaramaz şeyler olduğunu içten içe kabul eden Riggan'ın en çok istediği şey gerçek sanatçılar ve entelektüeller tarafından takdir görmek, hatta sevilmek. Michael Keaton bunu itiraf eder mi bilmiyorum - ve aslında kariyerinin, Riggan'ın aksine, Hollywood zırvalarından ibaret olmadığını düşünüyorum - ama o da film tercihlerinde çok seçici olmadı ve bol bol kötü filmde yer aldı. Ancak, yine de zaman zaman sinemanın sanat kısmına eğilmeye çalıştı ve "yarasa adamdan" (ya da Beter Böcek'ten) ibaret olmadığını göstermeye çabaladı. Sonuç itibariyle, hiç kuşku yok ki Iñárritu bu karakteri Keaton için yazmıştı ve Keaton-Riggan bu filmin merkezi.. Ama şüphesiz Norton'dan Watts'a, tüm yardımcı oyuncuların da müthiş oyunculuğu, Birdman'in sinemanın zirvesine yükselmesine katkı sağladı.

Boyhood ise, sinemayı ya da genel olarak sanatı aşıp hayatın kendisiyle bir olan bir "şey". Birdman'i izlerken sinema salonunda "işte sinema!" diye haykırmak geldiyse içimden, Boyhood'u hayatın kendisini yaşarmışçasına izledim. Richard Linklater'ın son derece kişisel hikayesi, aslında hepimizin kişisel geçmişinden bir şeyler bulabileceği, adeta kendi çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin beyazperdeye yansımasına şahit olduğumuz, son derece canlı ve gerçekçi, ama bir o kadar da gerçek ötesi bir film. Terence Mallick'in Tree of Life'ı kadar büyük, ama o kadar gösterişli/gösterişçi olmayan, kaldı ki bence esas derdi sinemaya yeni bir soluk katmak da olmayan, sadece hayatımızı önümüze sermek isteyen, bir kamera, güzel insanlar ve bir tutam iyiliğin nelere kadir olabileceğini hatırlatan, bizlere yaşadığımız her küçük şeyin bile aslında ne kadar da anlamlı olduğunu gösteren bir öğretmen Boyhood.

Anlamışsınızdır, Boyhood çoktan benim hayatımdaki yerini aldı. O yüzden aslında Oscar'ı onun alıp almaması çok da önemli değil benim için. Hatta bunun Linklater için de geçerli olduğunu tahmin ediyorum. Birdman için de aslında aynı şey söylenebilir: esas olan sanattır, Hollywood'un ödülleri vız gelir tırıs gider.. Ama Keaton'ın alması ise hayati, çünkü diğerlerinin aksine, artık kariyerinin son demlerine yaklaşan bu güzel oyuncu için, şimdiye kadar kazanmaya muvaffak olamadığı ödüllerin hala bir anlamı var ve en iyi oyuncu Oscar'ını kazanmanın onu ziyadesiyle mutlu edeceğine eminim.

İyi seyirler..

Fırat

Saturday, February 7, 2015

Jupiter Ascending.. to previously unseen levels of stupidity! (Spoiler free)


Jupiter Ascending'i izledik bu akşam. Wachowski kardeşlerin Matrix serisinden sonraki ilk orijinal hikayesiymiş.. Uzatmaya gerek yok, film tam bir rezalet, her şeyiyle! Sadece bilimkurgu/fantazi türünün değil, sinema sanatının yüz karası.. İnsan zeka ve duygularına dev bir hakaret! Saçma sapan hikayeyi ne oyunculuklar ne de ömür törpüsü aksiyon sahneleri kurtarabiliyor. O kadar patlamanın, kaçışın, koşuşturmanın arasında seyirciye zerre heyecan yaşatamamak gerçekten büyük başarı. O kadar boş bir hikaye ki, kahramanların kaderi umrunuzda bile olmuyor. Bu filmle Wachowskiler'in Matrix sayesinde elde ettikleri tüm krediyi sonunda tükettiklerini, hatta seyirciye ziyadesiyle borçlandıklarını söylemek yanlış olmaz sanırım..

Özetle, vakit ya da para harcamaya değmeyecek bir film bu. Üstüne para verseler bile gitmeyin sinemaya! Öte yandan, iyi bilimkurgu ile kötü bilimkurgu arasındaki 117 farkı net bir şekilde görmek istiyorsanız, önce bunu izleyin, ardından da Interstellar'ı. İlkine harcanan emeğe ve kaynağa acıyacak, ikincisine ise hayran kalacaksanız. Saygılar..


Mila Kunis düşüyor...


...Eddie Redmayne dehşet içinde!

Monday, January 19, 2015

2014'te en sevdiğim 40 film


40. Karışık Kaset (Tunç Şahin

39. Dünyada 20.000 Gün (20,000 Days On Earth, Iain Forsyth & Jane Pollard)

38. Altın Kafes (La Jaula de oro, Diego Quemeda-Díez)

37. Yıldız Haritası (Maps To The Stars, David Cronenberg)  

36. Görünmeyen Kadın (The Invisible Woman, Ralph Fiennes)

35. Gece Planı (Night Moves, Kelly Reichardt)

34. The Imitation Game (Morten Tyldum)  

33. Lego Filmi (The Lego Movie, Phil Lord & Christopher Miller)  

32. Annemin Şarkısı (Klama Dayîka Min, Erol Mintaş)

31. Sıfır Teorisi (The Zero Theorem, Terry Gilliam)

30. Still Alice (Richard Glatzer & Wash Westmoreland)  

29. Elyazmaları Yanmaz (Dast-neveshtehaa nemisoosand, Mohammad Rasoulof)

28. Sokak Köpekleri (Jiao You, Tsai Ming-liang)

27. Meçhul Malum (The Unknown Known, Errol Morris)

26. Màlmhaus (Metalci, Ragnar Bragason)  

25. Ida (Pawel Pawlikowski)

24. Aşkın Halleri (The Disappearance of Eleanor Rigby: Them, Ned Benson)  

23. The Internet’s Own Boy: The Story of Aaron Swartz (Brian Knappenberger)

22. Beyaz Tanrı (Fehér Isten, Kornél Mundruczó)

21. Obvious Child (Gillian Robespierre)

20. Vi är bäst! (Lukas Moodysson)

19. Leviathan (Andrey Zvyagintsev

18. Still Life (Uberto Pasolini)

17. Inherent Vice (Paul Thomas Anderson)

16. Force Majeure (Ruben Östlund)

15. Nightcrawler (Dan Gilroy)

14. Nymphomaniac Bölüm 1 ve Bölüm 2 (Lars Von Trier)

13. İki Gün Bir Gece (Deux Jours, Une Nuit, Jean-Pierre & Luc Dardenne)

12. Kayıp Kız (Gone Girl, David Fincher)

11. Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel, Wes Anderson)

10. Mistaken For Strangers (Tom Berninger)

9. Foxcatcher (Bennett Miller)

8. Interstellar (Christopher Nolan)

7. İnsanları Seyreden Güvercin (En duva satt på en gren och funderade på tillvaron, Roy Andersson)

6. Whiplash (Damien Chazelle)

5. Mommy (Xavier Dolan)

4. Körlük (Blind, Eskil Vogt)

3. Kış Uykusu (Nuri Bilge Ceylan)

2. Birdman (Alejandro González Iñárritu)

1. Boyhood (Richard Linklater

Monday, December 29, 2014

2014'ün En İyi Şarkıları

Her yıl listeler yapıyor, burada paylaşıyoruz, ama itiraf etmeliyim ki bugüne kadar en çok eğlendiğim ve en fazla geri dönüş aldığım liste geçen yılki 2013'ün en iyi şarkıları listesiydi. Müzik dinleme biçimlerimiz değişiyor, elbette müzik yazma ve onu paylaşma biçimlerimiz de. Arka arkaya dizilmiş 50 tane albüm ismi muhtemelen çoğunuzda bir bıkkınlık yaratıyordur. Ama en iyi şarkılar bunlar deyip onları size vermek blogu iki boyutlu olmaktan da kurtarıyor, isteyenin yanında taşıyabileceği, birlikte otobüse, vapura, metrobüse binebileceği hale getiriyor.


Benim için 2014'ün en iyi şarkıları böyleydi. Çok sevdiğim üç-beş albüme torpil geçip 114 şarkılık listeyi onlarla doldurmamak istemedim, ancak birkaç tanesinden ikişer şarkı aldım. Streaming servislerine savaş açmış olan Taylor Swift ('Blank Space'), The Black Keys ('Weight Of Love') ve Morrissey ('Istanbul') maalesef bu çekme kasete giremedi. Kalanları sıralayacak değilim, geçen yıl en sevdiğim 10 şarkı ve gerisi diye dizmiştim. Bu yıl onu da yapmayacağım. Sadece The War On Drugs'ın 'Red Eyes'ı, FKA Twigs'in 'Two Weeks'i, St. Vincent'ın 'Prince Johnny'si ve özellikle Sharon Van Etten'ın 'Tarifa'sı bu yıl en bayıldığım şarkılardı.

Bir de bu liste geçen yıl olduğu gibi yine uzun bir set olarak düşünüldü, iyiden kötüye ya da kötüden iyiye bir diziliş söz konusu değil. Bir insanın bunu yedi buçuk saat boyunca dinlemeyeceğini biliyorum ama ben yine de onu hayal ederek dizdim. Bir hikayesi olsun, ortalama başlasın, yükselsin, hafif dinlendirsin, sonra bir daha yükseltsin, sonra yere bıraksın. Neyse, bunu anlatmaya gerek yok, bundan sonra bu hikaye dinleyenlerindir. 2014'e dair 114 güzel şarkı ne hikaye anlatıyorsa.

Not: Listeyi yayınladıktan sonra Kubilay Kahveci üşenmemiş, Spotify versiyonunu da yapmış. Hizmette sınır yoktur diyerek onu da paylaşmak boynumuzun borcu.


Monday, November 17, 2014

"Interstellar" ve bilimkurguyu neden seviyoruz..



Sinemada bilimkurgu nedir? Uzay gemileri, yaratıklar, robotlar, klonlar, uzaylılar, kara delikler vs. Ama en çok da hayal gücü, gizem, bilinmeyene doğru yürekli bir yolculuk..

Christopher Nolan "Interstellar"ını izledik bu akşam. Kafamdaki bilimkurgu idealine bu kadar yakın bir film izlemeyeli epey olmuştu, tam olarak 5 yıl aslında, "Moon"dan beri. Aslında Prometheus da epey yaklaşmıştı ama tam adını koyamadığım bir şeyler eksikti o filmde, neyse..

"Moon" ne kadar küçük bir bilimkurgu filmiyse, "Interstellar" da o kadar büyük bir film; geniş mısır tarlalarıyla karşılaştığınız ilk sahnelerden itibaren anlıyorsunuz bunu. Ama büyüklüğüyle izleyici bunaltmayan, sindirmeyen bir film aynı zamanda. Merak etmeyin, spoiler vermeyeceğim.

Meramım şu: bilimkurguyu tam bu gibi filmler için ve onlar sayesinde seviyoruz, seviyorum. Bize, şu küçük dünyamızın çok ötesinde keşfedilmeyi bekleyen katrilyonlarca yıldız, gezegen, sistem, galaksi, kara delik, uydu, kuyruklu yıldız, hatta canlı olduğunu hatırlattığı için. Şu evrendeki anlamsız ya da tam aksine, devasa önemi haiz varlığımızın nedenini sorgulamayı unutmamamızı sağladığı için. Gündelik hayatın akıntısı içinde sık sık ihmal ettiğimiz hayal gücümüzü tetiklediği, hayat ve evren hakkında cehaletimizi yüzümüze vurup müzmin sözelcileri bile fizik ve matematiğin büyüleyici derinliklerinde kaybolmaya teşvik ettiği için. İyi bilimkurguyu, kolay kolay sorulamayanı sormaya, insanoğlunun en ciddi sorunlarına çözüm bulmaya ve en heyecanlı meraklarına yanıt vermeye cesaret edebildiği için seviyoruz, bunları yaparken kusurlu olmaya mahkum olsa da.

İyi bilimkurguda mutlak iyiler ve mutlak kötüler yoktur; grinin milyonlarca farklı tonundan oluşur bilimkurgu. Ya "neden" diye sorgulayan karakterlerle yürür, ya da bu sorgulama dolaylı olarak seyirci üzerinden yapılır. Bilimkurgu filmi izlerken ilk kural "gerçek" ve "doğru" algımızı duraklatmaktır - bu filme haksızlık yapmamak adına olduğu kadar, hayal gücümüzü serbest bırakmak için de gereklidir. İyi bilimkurgu filmi de zaten sizi yönlendirmeye çalışmaz aslında; evet, bilimsel olanla ilgili olarak bildiklerimizi 2-3 saatliğine unutmamızı rica eder ve kendi yorumunu koyar önümüze, ama hiçbir zaman "tek sonuç budur, sinemadan çıkarken filme dair aklınızda sadece bu yorum kalmalı" demez. Kendi yorumunuzu getirmenizi ister; dahası, buna mecburdur. Size yorum yaptıramamışsa, alternatif okumaları kışkırtamamışsa başarısızlığa mahkumdur çünkü.

En sevdiğim bilimkurgu filmlerini düşündüğüm zaman aklıma bunlar geliyor işte. "Alien"ı, yaratığın insanları öldürüşüne hayranlık duyduğumuz için beğenmedik mesela; o yaratığın orada ne işi olduğunu, "şirket"in derdinin ne olduğunu merak ettiğimiz için sevdik. "Blade Runner"ın meselesi iyi insanlarla kötü robotların mücadelesi değildi; insanı insan yapanın ne olduğunu sorgulamamızdı beklenen.. "2001: A Space Odyssey" köklerimize, evrimimize kışkırtıcı bir yorum getirdiği için bir klasik oldu. Kesinlikle mükemmel olmayan "Interstellar" da bilimkurgu klasiklerinin yanındaki yerini işte bu nedenle alacak: merak ettiği, sorguladığı ve daha ileriye gitmeye cesaret edebildiği için.

Wednesday, September 17, 2014

Edinburgh: En sevdiğim

Londra benim favori şehrimdi, Edinburgh'yı görene kadar. Hepi topu iki defa gittim, o iki gidişin toplamı bir hafta bile etmez. Ama gördüğüm kadarı yetti. İskoçya'nın başkenti kadar güzel, tarihi, keyifli, insanı güzel, ortamı tatlı, yeşil, kasmayan şehir görmedim. Yani belki görmüşümdür, ama Edinburgh'nın bana verdiği tatmini, rahatlık hissini başka bir yerde görmedim.

İstedim ki Edinburgh'yı yazayım, İskoçlar "Tamam mı, devam mı?" diye sandığa giderken bu şehirden bir parça Çekme Kaset'te olsun. Ama sonra yazı yerine fotoğraflarımı koyayım, onlar üzerinden gideyim dedim. Nasıl olsa yazıları kimse okumuyor.

Bu, muhteşem Edinburgh Kalesi. Eski Şehir'in tam ortasında duruyor. Ona doğru yürüyerek çıkarken adım adım şehrin manzarası güzelleşecek, en sonunda buraya ulaştığınızda tüm şehre hakim olacaksınız. Sonra buradaki işiniz bittiğinde yavaş yavaş Royal Mile'dan yürüyeceksiniz. Royal Mile, gerçekten de Kraliçe'nin kullandığı yol olduğu için bu isme sahip. Barları, pub'ları, hediyelik eşya dükkanlarıyla tam bir turist merkezi. 


Bunun arkasında güzel bir hikaye var. 24 Mayıs 2013 günü bu parka oturdum ve bir tweet attım: Medeniyet dediğin, hava güzelse insanların şöyle parka gidebilmesi aslında, atla deve değil. Olaydan bir hafta sonra hepimiz Gezi Parkı'ndaydık. İçime doğmuş herhalde. Ya da hepimiz medeniyete öyle susamışız. (Tweet bu)
Edinburgh, Britanya'da bulacağınız en eski binaların bir kısmını içeriyor. Hikaye şu, eski Londra'nın merkezinin neredeyse tamamı 1666'daki büyük yangında gitmiş, dolayısıyla oralarda gördüğünüz, birkaç yüzyıllık "yeni" binalar. Ama Edinburgh'da çok daha geriye gidebiliyorsunuz. Sokaklarında çok daha fazla hikaye var bu yüzden. 

 Royal Mile 

National Museum of Scotland çok keyifli bir yer. İskoçların kökenlerini görüyorsunuz ama popüler kültüre dair ögeler de var. Örneğin "Ünlü İskoçlar" bölümüne geldiğinizde Jackie Stewart'ı ya da Amy MacDonald'ı görüyorsunuz, keyifli oluyor. 
Gecelere akacaksanız yine Old Town civarındaki pub'lar keyifli. Hemen hepsinde canlı müzik var, ya da o gün rugby veya futbol varsa onları da izliyorsunuz. Ama önce Old Town'daki Bread Street üzerinde bulunan Pulp Fiction'a uğrayacaksınız. Dünyadaki en tatlı kitabevi olabilir. Güzel rock müzik çalınıyor, kitaplar güzel, kahve güzel. Girip otursanız ve saatlerce kalkmasanız size kimse bir şey demez. Mutlaka görün. Oradan çıkınca yüksek müzik isterseniz Cabaret Voltaire'de canlı müzik, Electric Circus ve The Liquid Room'da partiler oluyor. Takılabilirsiniz. Cowgate Street'te daha ziyade öğrenci mekanları, Grassmarket'ta daha ziyade hip ortamları bulabilirsiniz (ki Grassmarket'a hiçbir yere oturmasanız bile gitmelisiniz, yukarı doğru çıkan, renkli ve olağanüstü güzel bir sokak bu). 

Bu da en sevdiğim plakçı. Hem çok güzel plaklar var, hem çok ucuz. Londra'da alabileceğinizden birkaç paund ucuza alabiliyorsunuz. 

Bir ay önce Galler'deydim, Green Man festivali için. İskoçya'nın kullandığı paralar, İngiltere'den farklı, belki biliyorsunuzdur. Değeri aynı, hepsi de geçiyor, ama işte, arka yüzü, rengi falan farklı. Bir 5 paund yanımda kalmıştı o seyahatten, bu gidişte harcarım dedim. Festivalde "Bu geçiyor mu?" diye sordum, çocuk soruyu garipsedi, "Tabii ki" dedi. Bu seçimin sonrasında o para artık İngiltere'de geçmeyebilir. İskoçya'nın güzel insanları ne yaparlarsa yapsınlar, hayırlı olsun. Ben gerekirse Birleşik Krallık, gerekirse Schengen, gerekirse de İskoçya vizesi alır yine giderim oralara. Yine yanıma bir İskoç gelir ve muhabbeti açar. Hibernian'dan, İngiltere'den, Türkiye'nin güneyinden konuşuruz. "İskoççayla aran nasıl?" diye sorar birisi. "Çünkü bizim konuştuğumuz İngilizce değil, İskoçça." Yine bir etek (kilt) almaya niyetlenirim, yine çok pahalı gelir, almam. Çünkü orada gerçekten gençler bara giderken de etek giyebiliyorlar ve nasıl oluyorsa hiç üşümüyorlar. Neyse, bana o kadar yakışmaz zaten. 

Thursday, September 11, 2014

En Dostane Festival: Green Man

Hatırlayan vardır, 2011'de Glastonbury'ye gittiğimde mini bir proje yapmıştım. İzlediğim her performanstan 20-30 saniyeyi arka arkaya ekleyecek ve kendi Glasto tecrübemi paylaşacaktım. Festival bitti, anılar kaldı ve o videonun da en azından kişisel tarihe not düşme olarak bir faydası oldu.

Benzer bir şeyi geçen ay Galler'deki Green Man festivaline giderken de planladım, ama bu sefer aklımda daha kısa bir klip vardı. Angel Olsen'ın "Forgiven/Forgotten"ı, neden bilmiyorum, gitmeden çok önce benim için festivali düşündükçe kafamda çalan müzikti. Daha Galler'e gitmeden fon müziğimi bulmuştum yani. Sonra oturdum, süre güzel bir kısıtlayıcı etki yarattı ve bence daha keyifli, daha kolay izlenecek ve tüketilecek bir toplam oldu.

Festival yazımda belirttiğim gibi, Green Man gezegendeki en yeşil, en dostane festival olabilir. Oradaki keyfi, mutluluğu yansıtabildiğimi umuyorum. Keyifli izlemeler.