İstanbul Caz Festivali'ni heyecanla beklemek için koyu cazsever olmanıza gerek yok, biliyorsunuz. Hatta cazdan doğrudan etkilenmemiş, pop, rock, indie sanatçılarının konserleri çoğu sene o yılın en çok konuşulan olayı oluyor: Grace Jones'tan Nick Cave'e. Normal, dünyadaki pek çok caz festivalinde durum bu: Montreux'de Jamie XX ve SBTRKT çalıyor bu sene.
Bu sene için festivalin en büyük ismi Jools Holland gibi görünüyordu (afişlerde, tanıtımlarda kapladığı yer açısından). Holland müthiş bir piyanist ama konserinde epeyce sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Marc Almond'ın çıkacağını bilmesem sonlarına kadar kalmazdım sanıyorum. Gecenin kendi adıma kazancı Imelda May'in heyecan verici performansı olmuştu. Ama salı gecesi konsere giderken bile büyük bir heyecan taşımıyordum. Haftanın asıl olayının çarşamba gecesi olacağını düşünüyordum, en azından benim zevklerim doğrultusunda. Yanılmadım.
Gece Gezmesi, yeni bir format değil. Daha önce Tünel tarafında da benzer bir etkinlik düzenlenmişti. Ama son bir, bir buçuk senede İstanbul'un en çok nefes alınan yeri olan Kadıköy'e geçilmesi şüphesiz önemli bir farktı (Kadıköy bu bir buçuk seneden önce de nefes alıyordu elbette, ama bu kadar "vaha" haline gelmemişti). Tamamı yerli, çoğu genç grup, ilçenin farklı noktalarında sekiz farklı konser mekanına dağılacaktı; insanlar da bunların arasında mekik dokuyacaktı. SXSW havasında, çok güzel fikir. İşin içinde İlhan Erşahin ve Neşet Ruacan gibi cazcılar vardı ama o gece sahne alacak isimlerin büyük çoğunluğu ilk albümünü son bir iki sene içinde çıkarmış (ya da hiç albüm çıkarmamış), İstanbul'un hareketli indie müzik sahnesinden isimlerdi.
Bilekliğimi St. Joseph'liler Derneği'nden aldım, ilk biramı da alıp Barıştık mı'yı izlemek üzere bir yerlere oturdum. Daha hala erkendi, ortalık yeni yeni doluyordu. Birkaç şarkı dinledim, açılış için iyi geldi. Müziklerinin her bir yapısı "evrensel" de olsa, Barış Demirel'in trompetinde "buralı" bir tını var. Bu karışıma kof bir "sentez" mantığıyla ölçüp biçerek değil, doğallıkla ulaştıkları belli. Müziklerinin inişleri ve çıkışlarıyla sürprize açık olduğunu ve dinleyiciyi "ayık" tuttuğunu da belirtmek lazım. Festivalin ismiyle müsemma caz var Barıştık mı'da, ama gecenin diğer "indie" gruplarıyla da hem tarz hem tavır olarak ortak bir damara sahip olduklarını da söylemeli. Hemen üst sokakta All Saints Moda Kilisesi'nde Burcu Tatlıses ve Cihan Mürtezaoğlu vardı. Kilisenin girişinde 8-10 kişilik bir kuyruk vardı, içerisi dolduğu için birileri çıktıkça içeri birilerini alıyorlardı. Bir kişi çıktı, "Tek kişi bekleyen var mı?" diye sorulunca sırada tek kişi bekleyen bir ben olduğum için içeri girdim. Kilise konserleri SXSW'te hep olan bir şeydir, gitmesem de videolardan çarpıcı bir deneyim olduğunu biliyorum. Tatlıses ve Mürtezaoğlu'nun yaptıkları müzik de o deneyime katkıda bulundu. Birer akustik gitar ve birer vokal; hepsi o. Sırasıyla birer şarkı söylediler, diğeri eşlik etti. Kilisenin içi sıcak ama sorun değil. Hem Tatlıses, hem Mürtezaoğlu üzüldükçe dinlenip sonra daha çok üzen güzel müzikler yapıyorlar. Sesleri de birbirine yakıştı, mekanda da akustik vasatın üzerindeydi; zaman zaman büyülü bir atmosfer oldu (yine de hakikaten üzülüyor insan dinledikçe). Ben Can Güngör'ü izlemek üzere çıktım, ama daha sonra Kaan Boşnak çıkacaktı, aklım kalmadı değil. Hazır içeri girmişken çıkmamak da bir tercihti çünkü. Neyse, sonunda çıktığımda sokağın ucuna kadar bir kuyruk olduğunu gördüm. O kilisedeki yer değerliydi tabii ama gitmeliydim, çünkü Can Güngör bence bu yılın en güzel albümlerinden birisini yapmıştı. Muhtemelen Türkiye'de bundan daha güzel bir albüm çıkmayacak bu sene. Tertemiz, sakin bir şarkıcı/şarkı yazarı müziği, su gibi akan, yormayan müzisyen performansları, kimi zaman hikaye anlatan, kimi zaman da bilinç akışından ibaret duran sözler... Tamamen "olmuş" bir müzik onunki, fazlası eksiği yok. Sahnede de olması gerektiği kadar çalıyor grubuyla (ki grubu da Biz'in Mehmet Güren haricindeki üyelerinden oluşuyor. Mehmet aynı ekibin Nilipek'le de çaldığını söyledi ki aslında bu "imece" usulü son dönemde İstanbul indie sahnesinin paslaşmalarını, dayanışmalarını göstermesi açısından anlamlı). Tertemiz bir performans.
Kilise çıkışında Can Güngör'ü yakalamak için uğraşmayıp Yeldeğirmeni tarafına gitmek de bir yol olabilirdi. Kalben ve Can Kazaz'ı yakalardım, ama yolda çok vakit kaybedeceğimi düşündüm. İKSV'den Harun İzer bu işi bisikletiyle hallediyordu mesela (bisiklete son binişim 10 küsur dikişle sonuçlandığı için bana uygun bir opsiyon değildi). Ben de Moda Sahnesi'ne gittim. The Away Days memleket sahnesinin çalışkan gruplarından birisi. Çizenbayan Elif sayesinde neredeyse ilk konserlerinden beri izliyorum ve mesafe kat ettiklerini söylemem gerekiyor. Can artık sesini daha cesur kullanıyor, sesinde yeni bir ton keşfetmeye başlamış. Grubun sahne enerjisi de iyi. The Away Days'in en büyük handikapı olarak gördüğüm şarkı yazımında da kendilerini geliştiriyorlar. Bu sadece grubun problemi değil aslında: Dream pop gibi bir janrda kalabalıktan sıyrılmak zor. Şarkıların birbirlerinden ayrılması da öyle. The Away Days çaldıkça, yazdıkça, kaydettikçe daha özgün şarkılar yazmaya devam edecek.
Sahneyi Gaye Su Akyol devralmadan önce kalabalığa bakıp sebepsizce duygulandım: "Hafta içi bir gece saat 23:30 ve bir salon dolusu insan konser izlemeyi bekliyor." Gaye Su Akyol'un müziği bana hitap eden bir müzik değil. Ama bunun bir önemi yok, ilk şarkı "Abbas"ta görüyorum ki kendi kitlesini fazlasıyla bulmuş zaten. Akyol'un nağmeli vokallerine her nakaratta seyircilerin korosu katılıyor. Batı işi, kimi zaman surf'e kayan gitarlarla meyhane kokulu sanat müziği vokalleri belki birkaç sene önce kimsenin aklına yatacak bir karışım değildi, ama burada belli ki kimya tutmuş. Dediğim gibi, benim (şimdilik) sevdiğim bir müzik değil, ama bu, Akyol'un bu müziği iyi yaptığını ve sahnede de layığıyla iyi icra ettiği gerçeğini değiştirmiyor. O uzaya giden gitmiş yani.
Yine Bahariye civarlarında Living Room'da Neşet Ruacan Quartet'i dinleyeyim dedim sonra, açıkça söylemek gerekirse fazladan bir mekan daha görmek, fazladan bir grup daha izlemiş olmak için. Yine sıra var: Çarşamba gecesi bir kulüpte müzik dinlemek için dışarıda bekleyen bir iki düzine insan. Ben duygulanıyorum bunlarda arkadaş! Ama sırada daha çok zaman geçirmek istemedim, Karga'da Alpman and The Midnight Walkers'ı dinleyerek geceyi kapatayım istedim. Hem Alpman'ın müziğini seviyorum, hem de Gaye Su Akyol'un efkarından sonra biraz yükseltmek için iyi olur diye düşündüm. Hala kalabalıktı içerisi. Sonuna yetişmiştim ama olsun, duyduğum kadarı da final için yetti.
Neticede harika bir akşamdı: Güzel müzikler, tanıdık yüzler, konser aralarında güzel sohbetler, karşılaşmalarla geçti. En güzeli, müzik için oradan oraya koşturan bir kitlenin varlığıydı galiba. İlk etapta 50 liranın öğrenciler için biraz fazla olduğunu düşünüyordum (böyle sekiz mekanda, neredeyse 20 gruplu bir operasyon için 50 lira makul olabileceğini kabul ediyorum ama düşüncem bu) ve konserler boş geçecek diye korkuyordum ama gördüğüm yaş ortalaması genel Caz Festivali kitlesinin altındaydı, demek ki kitlesine ulaşmıştı. Kadıköy sokaklarında müzik için koşturan, çaba sarf eden, konser aralarında müzik konuşan insanlar... Çarşamba gecesi Kadıköy sokaklarında müzik duyulan değil, hissedilen, dokunulan bir şey haline gelmişti. Salondan sahneden çıkıp semtin kendisi oluvermişti. Festival de böyle bir şey olmalıdır zaten. Çalanların, organize edenlerin, gelip dinleyenlerin hepsinin yüreklerine sağlık.