“Shut Up and Play The Hits” çok iyi bir müzik belgeseli
değildir, ama ilginç detayları vardır. LCD Soundsystem’ın son konseri kadar,
James Murphy’nin o veda gecesine hazırlanışı ve performansın ertesi gününe de
eğilir, ki ilginç kısımları da bunlardır zaten. Madison Square Garden’da rüya
gibi bir “son konser” vermiş olmak gibi bir katarsis yaşamıştır Murphy. Ertesi
gün ise boşluğunu yüzünden okursunuz, hatta biraz da “Ne yaptım ben?”
pişmanlığını. LCD Soundsystem, 2000’lerin en popüler, en saygı gören indie
gruplarından birisi, sanatsal ve ticari açıdan hiç de tökezlemediği bir anda
neden jübile yapmak ister ki? Murphy yarı şaka yarı ciddi, istediği bazı
şeylere daha çok vakit ayırmak istediğini söyler: “Mesela kahve yapmak!”
Konserin ertesi günü kahvesini yaparken üzerinde rahatlama değil, “Acaba büyük
bir hata mı yaptım?” duygusu vardır.
Murphy’nin LCD Soundsystem’ı dağıtma kararı aslında
“yapacağımız her şeyi yaptık” duygusuydu. Tekrara düşmek istemiyordu,
gereğinden fazla uzatan tüm gruplar kendisinin parodisi haline geliyorken,
farklı, samimi ve dürüst olmakla nam salan LCD Soundsystem’ın o yola girmesini
istemiyordu. Bıraktı. Son konserlerinde herkesin beyaz giyinmesini istedi, bir
arada mükemmel bir cenaze ve sıradışı bir kutlama yapacaklardı. O Madison
Square Garden konseri her anlamda bir zirve ve son nokta oldu.
Üç sene önce Arcade Fire’ın “The Suburbs” kritiğini şucümlelerle bitirmişim: “’the suburbs,’ şimdiden 2010'un en iyi albümü. 2011 ve
2012'nin de. nereden mi biliyorum? çünkü arcade fire sadece üç yılda bir albüm
yayınlıyor.” İddialı, evet. Ama Arcade Fire’la ilgili beklentilerim asla bunun
aşağısında değil. Benim için günümüzün sanatsal anlamda en değerli grubu onlar.
Bunun ne demek olduğunu tam olarak nasıl anlatabilirim bilmiyorum, gruplara
neden böyle sıfatlar yüklediğimi de bilmiyorum. Ama bugünlerimizi tanımlayacak
bir grup gerektiğinde, “o” grup Arcade Fire. En çok satan, en popüler,
turneleri en çok kazandıran, albümleri hayatı durduran, en büyük grup değiller
belki. Ama şu anda müziğin ne olduğuna dair bir meşale varsa bunu taşıyanlar
onlar. Evet, müzik doğrusal ilerlemez, şu anda coğrafyasının sağından solundan
farklı sınırlara ilerleyen pek çok heyecan verici grup var. Ama Arcade Fire’ın
büyük gruplara özgü tezatlardan oluşan karışımını kendisinde barındırdığını
düşünüyorum. Belli bir ölçüde büyükler ama tamamen bağımsızlar, modalardan,
diğer gruplardan, standartlardan, endüstri kurallarından. Çağdaşları pek çok
grubun yolunu aydınlatıyorlar ama taklit edilemez bir özgünlükleri var. Onları
kalabalıktan ayıracak kadar ayrıksılar, ama deneysellikleri anlaşılmaz dozda
değil, dolayısıyla yolculuklarını sadece bir avuç insan değil, yüzbinlerce
insan takip ediyor. Benim için Arcade Fire’ı günümüzün sanatsal anlamda en değerli
grubu yapan şeyler bunlar.
Evet, Arcade Fire’ı çok önemsiyorum. Onların astronomik bir
kesinlikle üç yılda bir yayınladıkları albümlerini birer nimet olarak
görüyorum. Ve durmalarından korkuyorum. İlk üç albümlerinin her biri kendi
adına önemliydi. “Funeral” her yeni grubun birisinin 2000’lerdeki versiyonu
olmasının heyecan verici bulunduğu günlerde hiçbir şeye benzememesiyle
değerliydi. “Neon Bible” cesur politik ve dini mesajlarıyla çarpıcıydı. “The
Suburbs” ilk gençlik nostaljisi konseptiyle etkileyiciydi. “Reflektor”da da ilk
etapta bir anlatı, bir konsept, bütünlüklü bir ruh aradım; onların müziklerini,
tıpkı Radiohead’in albümlerini tasarladıkları gibi, parçalarının toplamından
ayrı, anlamlı bir bütün olarak ürettiklerini düşünerek. Şu anda bana 85
dakikalık bir hikaye anlatıyor “Reflektor,” ama ilk dinleyişlerimde ilk defa
birbirlerinden farklı parçalara bu kadar odaklandıklarını düşündüm. Şöyle de
diyebiliriz, shuffle’da dinlendiğinde de anlamlı olabilecek ilk Arcade Fire
albümü buydu. Evet, belki de LCD Soundsystem gibi, Arcade Fire da bir yolun
sonuna gelmişti, yapabileceği her şeyi yapmıştı, ama bu dağılmak için yeterli sebep
değildi.
Bugün 85 dakikalık bir albüm yapan her grup, özellikle de
belirgin derecede kısaltılabilecek iki şarkı sayesinde bir CD’nin uzunluğunu
aşmışsa, bir “statement” verdiğinin farkındadır. Arcade Fire o irade
beyanlarını sıkça yapmış bir grup, hatta giderek onların varlığı bile bir şeyin
beyanı zaten. “Normal Person”ın ilk dakikalarında “Rock’n’roll dinlemek istiyor
musunuz?” diyor Win Butler, “Çünkü ben istediğimden emin değilim.” Ben bunu
şöyle okuyorum: Evet, artık biz de oyunun içindeyiz, ama yine de bizim
kurallarımızla oynayacağız. Belki de biraz Peter Murphy’nin kurallarıyla. Sanki
Win ve arkadaşları Peter’la kafa kafaya vermişler, “Sprawl II (Mountains Beyond
Mountains)”ı dinleyip, “İşte bunun varyasyonlarını yapacağız” demişler. İyi
sonuç vermemiş demek imkansız: “Reflektor” Hercules and Love Affair’in “Blind”ından
bu yana gelmiş en güzel disco şarkısı. “Flashbulb Eyes” ise The Clash’in “Sandinista!”
günlerinden bu yana rock’ın gördüğü en iyi dub denemesi. Dinleyip de bir Pazar öğleden
sonrasında Brick Lane’de hissetmek mümkün: Oradaki fahiş fiyattan satılan ama
yine de almadan edemediğiniz aşırı nadir funk ve reggae müziklerinden bir
tanesi gibi. “Here Comes The Night Time” daha tanıdık bir tını, “Haiti”nin
içmeye erken başlamış ve akşamın güzel saatinde kafa olmuş bir hali aslında. “You
Already Know”a ne demeli? The Smiths’in yapmadığı en iyi The Smiths şarkısı?
Eski Arcade Fire’ı özleyenler “Awful Sound (Oh Eurydice)”a talim edeceklerdir.
Ben iki mükemmel disco rock şarkısı “It’s Never Over (Hey Orpheus)” ve “Afterlife”a
da fitim. Evet, yeni Arcade Fire’sa ben yeni Arcade Fire’a da hayranım, çünkü
albümün en güzel şarkıları bunlar. İkincisi yılın en güzel şarkısı da olabilir.
James Murphy bir röportajında eski günlerini özlediğini
inkar ediyor ve “Grup bendim zaten” diyor. Evet, LCD Soundsystem oydu ve
isterse kendi yaptığı yeni albümlerde de LCD Soundsystem’da ne yapmak isterse
yapabilir. Arcade Fire’a hiç sahip olmadığı grup gibi davranmış ve belki
kimilerine göre “Reflektor”ı haddinden fazla sahiplenmiş. Arcade Fire da belki onun
hikayesinden feyz alıp kendi hikayesine daha çok tutunmuş olabilir. Her neyse
sebep, Arcade Fire artık içine sıkı sıkıya kapanan, hiçbir şeyin kendilerini
etkilemesine izin vermeyen bir grup değil. The Reflektors personasıyla takılıyorlar, hatta izleyicilerinin de kostümlerle gelip eğlencelere katılmasını umuyorlar. Win ve Regine'i bir röportajda izlediyseniz biliyorsunuzdur, tuhaf bir mizah anlayışları vardır. Ama artık gerginliklerini atmışlar, daha fazla koşup oynuyorlar. Belki
ileride düşüp yuvarlanabilirler ama şu an için keyifleri yerinde görünüyor.