Friday, November 28, 2008

garfield'sız garfield

garfield'sız garfield "4:33"ün çizgi karşılığı olabilir mi? john cage'in "müziksiz müziği" minimalizmin ulaşabileceği son noktaydı ama dan walsh'un "garfield minus garfield"ı bambaşka bir şey. tamam, "az çoktur"u ispatlayışıyla minimalizme bulaşabilir ama asıl derdi bu değil.
...
mizah tarihinin en ünlü kedisi garfield'ı, adını verdiği karelerden silerek jon arbuckle'ın hikayesini anlatıyor walsh. ya da jim davis'in efsanevi karikatürlerini cover'lıyor, garfield'ı dışarıda bırakarak. kimi zaman deli saçması şeyler çıkabiliyor ortaya, ama yalnız, depresif, paranoyak bir günümüz karakteri kalıyor çoğu zaman elimizde. ve aslında yeni mizahın bayraktarlığını da yapıyor. geçtiğimiz aylarda rolling stone'un nefis bir dosyasında komedideki yeni hakim eğilim konu ediliyordu. "napoleon dynamite"tan "the office"e kadar onlarca işte punchline'lı (yani bir esprinin patladığı cümle) komedinin bir kenara bırakılması asıl mesele. artık karakterlerin susuşları, tuhaflıklar sonrası duraklamaları, söyleyecek söz bulamamaları asıl mesele. "garfield minus garfield"ın yaptığı tam da bu. hep bir eksiklik var ama garfield olmadan jon arbuckle'ın hayatına baktığımızda bir de görüyoruz ki aslında uygun olan da buymuş.

gael garcia bernal bursa'da


bursa'da ipek yolu film festivali başlıyor bugün. açılış töreninin konuğu ise gael garcia bernal. höh! orada olup kendisine "¡hola!" demek isterdik. hollywood'a da kapağı atmış, ama şu yaşında devasa yönetmenlerle çalışmış, bi de üstüne eşşek gibi yakışıklı ve karizmatik bir adamdır kendisi. komple hastasıyız.

Thursday, November 27, 2008

cool 2008

biraz geç kaldık ama aslında onlar erken davrandılar belki de. hafızam beni yanıltmıyorsa kasım sonu-aralık başı yerine kasım'ın ilk günlerinde açıkladı nme, en cool'ları topladığı listesini. bir numarada elbette alice glass var. gözlerinde sürmeleri ve kısacık saçlarıyla 50'lerin fransız filmlerinin güzel yüzlerinden birisi olabilirdi ama o yarım yüzyıl farkla doğduğu için kolları yaralı bereli, ayakları converse'li, en büyük zevki stage-dive ve crowd-surfing olan ve kendisini parmaklayan seyircileri bir güzel pataklayan bir elektronik punk olmuş. nme de crystal castles'ın vahşi bebeğini 2008'in en cool'u seçtiğinde şaşırmadım. sadece mgmt'nin hippi ruhu andrew onunla yarışabilirdi, o da üç numarada zaten. jay-z'nin bir basamak altında.
...
Hello Alice, how do you feel about being named the coolest person on planet Earth in 2008?
"I'm flattered, but back in school the people who held themselves in the same regard were the biggest waste of skin I've ever met".
Why do you think you got so many votes?
"My pact with Satan hasn't expired yet."
What's the coolest thing you own?
"Slaves."
Who is your cool icon?
"We need new idioms, we need to stop talking like beatniks."
Does cool even matter?
"Nothing matters. We're all dust."
...
kanımca bu kızın nme'ye verdiği bu cevaplar cool'luk için yetiyor da artıyor bile. listenin geri kalanı ise burada. enteresanlıklardan birisi glasvegas'ın tam bir margaret olan caroline'inin ilk ona girmesi. ayrıca kendisi bunun hakkında ne düşünüyordur bilmiyorum ama alex turner'ın olayı inanılmaz. bu cool'luk meselesi bir önceki yılın inkarı haline gelmişken (geçen yılın birincisi olan gallows frontman'i frank carter bu yıl 36'da) her yıl oralarda kalabiliyor. çünkü evet, nme ona hala bayılıyor.

bu yıl ilk defa listeyi açıkladıktan sonra mikrofonunu halka da uzattı dergi. katılmadığınız fikirler için buradan oylamaya katılabilirsiniz. sanırım önümüzdeki hafta sonuçlanacak oylama. şu an nicky wire önde gidiyor.
...
evet, ne yalan söyleyeyim, hala fena halde ilgimi çekiyor böyle listeler, tamamen geyik olsa bile.

Tuesday, November 25, 2008

"a big dumb homo"

Dear Liz Lemon: While other women have bigger boobs than you, no other woman has as big a heart. When I saw you getting ready to go out and get nailed by a bunch of guys last night, I knew for sure it was over between us, and for the first time since the ‘86 World Series, I cried… I cried like a big, dumb homo. And if it was up to me, we’d be together forever. But there’s a new thing called "women’s liberation," which gives you women the right to choose and you have chosen to abort me, and that I must live with. So tonight, when you arrive home, I’ll be gone. I officially renounce my squatter’s rights. Goodbye and good luck. I'll never forget you.
...
('hödük' dennis duffy'nin liz lemon'a yazdığı ayrılık mektubu - "the break-up," "30 rock," birinci sezon yedinci bölüm)

scrubs, nihayet

evet, güneş nihayet o güzel güne doğdu! abc, "scrubs"ın sekizinci sezonunu 6 ocak'tan itibaren yayınlayacağını açıkladı. yukarıdaki karenin alındığı harika bölüm "my princess" yedinci bölümün finaliydi, ama aslında dizinin olay akışından kopuk olduğu için (özellikle kelso detayında görüldüğü gibi) biraz da kafa karıştırıyordu.
...
bunun da üzerine grev sonrası onlarca dizi geri dönmüşken "scrubs"taki sessizlik sinir bozmaktaydı iyice. neyse ki "my princess" son "scrubs" bölümü olmayacak. ama sekizinci sezon sonuncusu olabilir. zach braff (j.d.) ve judy reyes (carla) bunun kendileri için son sezon olduğunu açıkladılar. zach daha önce bunu yedinci sezon için de söylemişti gerçi, ama bu sefer daha ciddi gibi.
dizinin yaratıcısı bill lawrence ise diziyi bitirmeyebileceklerini söylüyor, ki ne olur böyle bir şey yapmasın. j.d.'siz "scrubs" michael stipe'sız r.e.m. olur çünkü. yani olmaz.
...
eklemeliyim, "scrubs" izlemiş olduğum onlarca harika şeye rağmen benim için televizyon tarihinin en özel olayı. eski sezonları dönüp dönüp izlemezsem işlerim rast gitmiyor zaten.
...
hadi bakalım, güzel bir final olsun. lawrence, braff ve diğerlerinin bu kadar bekleyişin üzerine ortaya unutulmaz bir şey çıkartmayacak olsalar hiç girmezlerdi bu işe, ondan eminim en azından.

Monday, November 24, 2008

kraliçe mi, soytarı mı?

bir rockstar için hırslı olmak kötü şey midir? büyük hayaller kurması, dünyayı ele geçirmek istemesi? kesinlikle hayır. biz bu herifleri biraz da bundan severiz zaten, bizim olamadığımız kişi olduklarına inandığımızdan, bizim hayallerimizi yaşadıklarından.
...
ingiliz basını johnny borrell'le fena taşşak geçiyor, kariyer hırslarını çok açık ettiği için. ben kızmıyorum. beatles olmak isteyen oasis'i, u2 olmak isteyen killers'ı, coldplay'i nasıl bağırlarına basıyorlarsa johnny'yi de öyle benimseyebilirler pekala. ama sorun şu ki, johnny'nin derdi ne bono, ne lennon. o freddie mercury olmak istiyor. ve freddie'yi de yaşarken sevmezdi ki ada medyası!
stadyum rock'ın nihai noktası, rock'ta gösterişin, ihtişamın artık ifrata vardığı zirveydi queen. johnny de herhangi birisi değil, rock'ın kraliçesi olmak istiyor, her şey olmak istiyor, en büyük olmak istiyor. bunun için ortaya çıkıp komik duruma düşmekten de korkmuyor. çünkü adam gerçekten hırslı, her şeye sahip olana kadar da kaybedeceği hiçbir şeyi olmadığını hissediyor.
...
o yüzden kızmıyorum johnny'ye, adamın derdi o. live earth'e çıktığında milyarlarca insan sadece kendisi için ekran başında gibi davranıyorsa içinden öyle geldiği için yapıyor. ve zaten rockstar'ların neredeyse tamamı birer pozdan ibaretken bir tek davayı satan bu çocukmuş gibi davranılması da komik geliyor.
kusuru yok mu? hem de nasıl var! ilk albümle ikincisi arasında aldığı müthiş mesafeyi unutmuş olması var. zira "up all night"tan "razorlight"a giden yol fazlalıklarından arındırılmış, gereksiz detayları kırpılmış, sadece gitarları, melodileri, ruhu ve tavrı bırakılmış şarkılarla olmuştu. queen sevdası piyanolu ballad'lar yazdırmış bu çocuğa. hırsla ilgili bir sorunum yok, "-mış gibi" davranmak da rock'n'roll'u şu an olduğu şey yapanların en baştakilerinden birisi zaten. ama imajda değil de müzikte olmadığı bir şeyi zorlamak, güzel bir şey olabilmişken onu unutup başka bir şey denemek, hele hele onda da bu kadar vasatta kalmak kolay affedilir şey değil.

işin tuhafı, "slipway fires"ı hala dinliyorum. bir an dank edeceği, ısınacağım umuduyla dinliyorum. 2004 sınıfının çıkarttığı en iyi albümden sonra bu kadar irtifa kaybedilmemiştir dediğim için dinliyorum. ve itiraf edeyim, bu korkunç çabanın ve işi zorlamalara götüren hırsın fena halde profesyonellikten uzak oluşundan kaynaklanan tatlı bir acemilik, temiz bir saflık hissettiğim için dinliyorum.

Sunday, November 23, 2008

annie hall - aşk çok zayıf bir kelime

blog'u bir günlük gibi gösterme ihtimali var ama bir rüyamı paylaşmak zorundayım. çalıştığım gazetenin genel yayın yönetmeni bizi bir odaya toplamış, favori filmlerimizi soruyor. sıra bana gelirken ilk etapta aklıma "eternal sunshine of the spotless mind" geliyor, (gerçek dünyada bu soruya "pulp fiction" cevabını vermişliğim çoğunluktadır) sonra "annie hall"da karar kılıyorum. sıra tam bana geldiğinde patron beni atlıyor ve sonraki kişiden devam ediyor. bu rüyanın barındırdığı güvensizlik ve dışlanma hissini farketmek için freud olmaya gerek yok ama uyandığımda o kadar kötü hissetmiyordum. "annie hall"u bir kez daha izlemek için bir bahaneydi sadece.
...
bu hafta sonu boyunca "annie hall"u iki defa izledim. bu filme karşı hissettiğim şey alvy'nin annie'ye hissettiğinden az değil: "Love is too weak a word for what I feel - I luuurve you, you know, I loave you, I luff you, two F's!" onlarca defa izledim bu filmi son üç-dört yılda, ve bazı geceler sadece sesini duyarak rüyalara dalmak için yatmadan önce açışlarımı saymıyorum bile.
...
neden bu kadar çok seviyorum bu filmi? aşk filmini yeniden tanımladığı için mi, romantik komedinin kurallarını yazdığı için mi? fena halde komik olduğu için mi, çok değerli gözlemler yaptığı için mi (blender dergisi shy girls dabbling in photography and bookish boys dabbling in shy girls gözlemini "annie hall"suz yapamazdı)? yoksa biçim olarak benim gördüğüm en usta, en stilize yönetmenlik gösterilerinden birisi olduğu için mi? hepsi.
...
"eternal sunshine of the spotless mind"dan "when harry met sally"ye kadar onlarca güzel aşk filmi "annie hall"a çok şey borçlular (clementine kruczynski annie'siz var olabilir miydi?). erkekler de woody allen'a çok şey borçlu: modern çağlarda oyunun kurallarının değişimini, kendilerinin güçlü kadın karşısında kaybetmeye her zaman mahkum olduklarını, kadınların öğrenme ve kendilerini yenileme kabiliyetleri karşısında daima çaresiz kalacaklarını bu kadar iyi anlatamazdı kimse.
...
nefis sahneleri saymaya başlasam tüm filmi anlatmam gerekir. güzel diyalogların altını çizsem filmin senaryosunu delik deşik etmeden duramam. yine de bu filmi ne kadar sevdiğimi, dahası neden sevdiğimi anlatamıyorum galiba. önemi var mı, ondan da emin değilim.
...
ekran bölmelerinden animasyon geçişine, flashback'teki devrimci yorumlarından sinemayı sahne sanatlarıyla delicesine buluşturan, izleyiciye konuşmasından marshall mcluhan'ı filme çağırmasına kadar onlarca yönetmenlik harikasına gireyim mi peki? neyse, bırakalım.

sana bayılıyorum woody. senin dünyanda, new york'unda, fena halde nefret ettiğin, tek boyutlu insanlarıyla dalga geçmeye bayıldığın los angeles'ında kaybolmaya aşığım.
...
serbest vezinde yazdığın bu nükteli aşk şiiri ise sinemaya gelmiş en güzel şey belki de.

Thursday, November 20, 2008

"dünyada üzgün olmaya değer ne var?"

dün babylon sahnesindeydi yasemin mori. coşkulu bir kalabalık vardı ve belli ki kendisi de babylon'da çıkmayı önemsiyordu. "sizi burada görmek çok güzel," dedi, "beni de burada görmek çok güzel!"
...
ilk albümünü bu yaz çıkartmış birisi için çok iyi karşılandı denebilir, şarkılarına katılım inanılmazdı. şimdiden iyi bir kitlesi olmuş yasemin'in, böyle giderse bir fenomen de olabilir. yanılmıyorsam iki de yeni şarkı çaldı, ki birisi "uzay kuşu" adında fena halde kaçık bir şarkıydı. bu kadar delilik benim zevkime hitap etmiyor ama memlekette hayran kitlesini oturtmuş, onun cesaretiyle de istediği kadar uçabilecek sanatçılara ihtiyaç var. bu yüzden yasemin'in ve ona şimdiden bu desteği hissettirmiş bir kitlenin varlığı umut verici.
...
benim favori şarkım "kuzgun" bu arada. ama "nolur nolur nolur" ve "arjantin" (ki bu sahnede çok iyi gitti ve belli ki grup da onu çalmaktan çok keyif alıyor) iki defa çalınan şarkılar oldular. ("ya napalım albüm kısa oldu. bi dahaki sefere uzun yapıcam!")

Wednesday, November 19, 2008

çağan ırmak'ın "ıssız adam"ı


spoiler tehlikesi içerebilir

televizyondaki başarısına karşın sinemadaki öyküsü çok da parlak başlamamıştı çağan ırmak'ın. ilk filmi "bana şans dile"yi bitirdikten sonra "bu olmadı" deyip rafa kaldırmış, vizyona girebilen ilk filmi "mustafa hakkında herşey" de kısıtlı sayıda seyirciye ulaşıp, eleştirmenler tarafından yerden yere vurulmuştu. altyazı'da fırat yücel ve ben filme karşı empatik bir tavır takındığımız için teşekkür etmek için bizi tek tek aradığını not düşebilirim, ki siz anlayın durumu!
...
arkadan gelen üç film daha çekti ve artık bunların sonuncusu olan "ıssız adam"da görüyorum ki artık çağan ırmak olmak istediği yönetmen olmuş, ki bu da harika bir şey. bu adam hep istedi ki, gerilim de çekse, aile filmi de, epik de, romantik de, hep izleyicisiyle özel bir bağ kursun. tıpkı bazı hollywood yönetmenleri gibi hem seyirciye ulaşan, hem de yönetmen filmi olan, dengeli işler çıkartsın. ama denge derken, kendisini de hiç dizginlemedi bu adam. seyircisini tam kalbinden hedefledi. ağlatmak istediyse bunu yaptı, güldürmek istediyse, düşündürmek istediyse de aynı şekilde... bunu bazen fazla göstere göstere yapması gerekse bile.
...
"ıssız adam"ın da görünürdeki en büyük handikapı bu, bütün çağan ırmak filmleri gibi. eğer akışın içinde kaybolursanız size gerçekten samimi duygular vaadeden, ama içine giremezseniz birçok çabanızda sizi tekrar dışına tükürecek bir şeyler var bu adamın filmlerinde. filmlerini izleyen insanlara orkestra şefi gibi hükmetmek istiyor ırmak, "gülün!" salon kahkaha atar, "ağlayın!" salon hıçkırmaya başlar!
...
yanlış anlaşılmasın, "ıssız adam"ı beğendim. sinemada üç defa izlediğim "babam ve oğlum" ve iki defa izlediğim "mustafa hakkında herşey" gibi. dolayısıyla çağan ırmak'ın izleyicisiyle kurduğu bağdan şikayetçi değilim, bir sanatçı olarak seyirciyle doğru frekansta olması çok güzel bir şey. sadece bu bağın yapay kurulduğunu hissettiren anlar olmuyor değil.
...
gelelim "ıssız adam"a... ilk başları romantik komedi gibi giden (adam kadının peşinden koşar), ikinci bölümüyle komedisini hafifleten ve gittikçe de koyulaşan, damarı arayan bir öykü var. son derece gerçekçi bir zaman çizgisi bu. ilişkiler başladığında melekler uçuyordur kafaların üzerinde, kemanlar duyulur bir yerlerden, zaman ilerledikçe gerçeğin duvarına toslanır.

bu türler arasında gezinmeye hiç itirazım yok. geçenlerde türk sinemasında şık bir romantik komediyi neden izleyemediğimizi düşünüyordum. "ıssız adam" özellikle ilk bir saatiyle istediğimi veriyor. bildik hollywood romantik komedi formülü önümüzde: başlarda birbiriyle hiç uymayacak iki karakter karşılaşır, ilk başta bir çatışma vardır ama zamanla kaçınılmaz değişim gerçekleşir, birbirlerini severler, mutlu olurlar. şablon ortada, değişiklik ise karakterlerde. erkeğimiz romantik komedilerin erkeği değil, hedonist, biraz sadist bir adam. tıpkı ada gibi o da çok iyi oynanmış, çağan ırmak da bu karakterleri gerçek kılmak için çok fazla sayıda ayrıntı yerleştirmiş filme. hobileri, hayalleri, hatta mümkün olduğunca kendilerine has konuşma biçimleri.
romantik filmlerin kaçınılmaz bölümleri "yükseliş" evresidir. çağan ırmak bu evrede filme hakimiyetini doruğa ulaştırıyor. özellikle alper diğer insanlarla birlikteyken her zaman o kadar inandırıcı değil, ama ada ile birlikteyken bu adamın yaşadığına inanıyoruz. ve bir romantik film klişesi olan, bir şarkı eşliğinde birlikte ne kadar mutlu olduklarını gördüğümüz (eski türk filmlerinde nedense hep ağaçlar arasında kovalamaca oynayan aşıklar şeklinde zuhur eden) sekansın altından nefis bir numarayla kalkmış. hem estetik olarak iş görüyor, hem de çok gerçekçi bir durum: "modern zamanların" aşklarından bahsedeceksek artık sadece beden dili değil mesele, paylaşılan sırlar, arada dönen küçük espriler, ilişkinin kendine has lisanının oluşması... aşk içinde dil çok önemli, aşkın zirvesini bu şekilde anlatması da bu yüzden çok yerinde (bunu da "dilsiz bir aşk hikayesi" çekmeye çalışmış bir insanın söylemesi manidar oldu).

ve istanbul... bu filmin gerçek yıldızı belki de. çağan ırmak o kadar güzel kullanmış ki istanbul'u, romantik filmlerde mekanın ne kadar önemli olduğunu bilerek... aşk üzerine yapılmış filmlerin belki de en güzeli "annie hall" mesela, bir new york filmidir her şeyiyle. alvy aşkını da new york gibi yaşar, annie ise los angeles kadınıdır, çatışmaları kaçınılmazdır. ya da, heathrow'undan notting hill'ine kadar londra'yı bize aşina eden ingiliz romantik komedileri (literatüre "hugh grant filmleri" olarak geçmesi taraftarıyım). "ıssız adam" benim gördüğüm filmler içinde istanbul'u en iyi kullanan film. sadece görsel olarak değil, istanbul'u, özellikle beyoğlu'nu yaşayan bir figür haline getirmiş, özellikle beyoğlu'ndaki sokakların, dükkanların ruhunu nefis yakalamış. bu aşk başka bir yerde değil, beyoğlu'nda yaşanabilir çünkü. çılgın kalabalıkların tam içinde, ama uzağında... istanbul'u seven, hatta istanbul'da sevmiş bir insanın sevmemesi mümkün değil "ıssız adam"ı...

işte o istanbul'un içine bir tarsus düşünce bozuluyor aşkın ritmi. ne zaman alper kaçmaya çalıştığı annesiyle (geçmişiyle) karşılaşıyor yeniden ve aşık olduğu kadının da onunla ne kadar iyi anlaştığını (hatta benzer cümleleri kurduğunu -"ahir ömrümde" kalıbının kullanımı) görüyor. olmayacağını anlıyor. ve bitiriyor. en azından bu hayatta. çünkü nefis final sahnesinde öğrendiğimiz gibi, aslında kendisini gerçekleştirmiş aşklar bitmez. bir başka evrende devam ederler.
...
suskun karşılaşmalara, aslında veda olmayan veda sahnelerine aşık bir insan için (ben!) bir nirvana bu son sekans. her ne kadar bir parça uzatıldığını hissetsem de...
7.5/10

Friday, November 7, 2008

America is not the world..

Başkan Obama..

melez fln ama, siyah işte besbelli.. Morrissey 2004'te ne demişti "America is not the world" isimli güzide şarkısında, hatırlayalım:
"In America, the land of the free, they said, and of opportunity, in a just and a truthful way. But where the president, is never black, female or gay, and until that day,
you've got nothing to say to me, to help me believe.."

eh, içlerinden biri oldu işte.. sadece burdan baksak bile müthiş bişey bu.. Amerika Amerikadır, Obama da devrim yaratmayacak tabi ki; askerler ve silahlar yine her yerde olacak, fakirler yine fakir, zenginler muhtemelen daha da zengin olcak.. Fransa'nın Fransa, Türkiye'nin Türkiye olduğu gibi, belli taşlar uzun süre oynamaz iktidara gelenden bağımsız olarak, sistem buna izin vermez..

ama işte, adam siyah.. şahane bi başlangıç bu.. hiçbi şey de yapmasa, bush gibi de olsa, sembolik açıdan fantastik bir değişim potansiyeli.. bu sefer olmaz belki, bi dahaki sefer de, bi daha da.. ama ister istemez bişeyler değişecek..

evet, Amerika dünya değil, ama öyle işte bi yandan da.. Morrissey'e şarkı yazdırdı, muhtemelen aynı Morrissey'e "vay be, utandım şimdi, hadi hayırlısı" dedirten de yine Amerika..

kesinlikle görmek istiyorum ben bu ülkeyi, yaşamak istiyorum orda.. ne kadar inkar edersek edelim bizi bu kadar etkileyen, bazen itiraf etmesek de aslında bi sürü ayrılmaz parçasını sevdiğimiz bu ülkeyi tanımak istiyorum.. Obama iyi bi fırsat olabilir belki.. belki Amerika'yı sadece korkulan ve gıcık olunan değil de, gerçekten sevilen bi ülke haline getirebilir.. ya da getiremez, daha büyük bir ihtimalle.. ama sonra olacak bu, illa ki.. önemli olan inanmak işte.. hepimiz değişiyoruz, herşey..

tüm dünyaya hayırlı olsun..

niye yazdım ki bunları..

hayatın insanı iyice sıkıştırdığı anlar.. sabahları uyanmak neden bu kadar kötü gerçekten? sabah 7 de uyanıp da "heyy, ne kadar da güzel bir gün, yine muhteşem eğlenceli işime gidiyorum, allahım hayattan ne kadar da keyif alıyorum" diyen insanalar var mı acaba? varsa da nerdeler, tanımak isterdim onları.. etrafım sızlanıp duran insanlarla dolu, sanki kimse hayatından çok da memnun değil gibi.. ya da bana öyle geliyor, bilmiyorum..

yeni şeyler, güzel şeyler oluyor bazen, insanı heyecanlandıran.. ama neden sürekli onları dengeleyecek kötülükler çıkıyor anlamıyorum.. günün sonunu getirmek bu kadar arzulanası bişey olmak zorunda mı.. günün kendisinden neden zevk alamıyoruz ki.. hayatı bitirmeye mi çalışıyoruz.. "düzelcek, sabretmek lazım, iyi günler için çekiyoruz bunları" diye diye hayatı kaçırıyor muyuz ne.. peki ne yapabilirim, ben, fırat.. madem memnun değilsin neden bişeyler yapmıyosun.. bilmiyorum çünkü.. belki de hayat budur, daha fazla zevk almamamız gerekiyordur..

yine "öf neden yazdım ki bunları" diyeceğim bi yazı oldu, ama olsun, bi yere dökmem gerekiyordu..

Thursday, November 6, 2008

because we can can can

daha önce birkaç yerde de yazıldı ama tekrarlayacağım, amerikan başkanlık seçimlerinde oy kullanabilmeliyiz biz. özellikle edilgenliğe alışık olan üçüncü dünya.
...
geyik bir yana, amerika aslında bunu isterdi. kendi basketbol, beyzbol liglerini kazananlara "dünya şampiyonu" diyorlar adamlar. seçimlerini de öyle bir pazarlıyorlar ki, bütün dünya olimpiyatları veya oscar'ları takip eder gibi ediyor seçimleri. kendi başkanlarının dünyayı yöneteceği hissindeler.
...
obama seçildi. "amerika değişir mi ki?" diye sinizm yapanları bir kenara koyarsak tüm dünyada bir mutluluk ve umut doğdu. eh, nasıl doğmasın, adam siyah! "değişime ihtiyacımız var" sloganıyla yola çıkan adam daha şimdiden devasa bir değişim yarattı bile. evet, bugünden yarına değişmeyecek amerika; hatta bush'un siyasi, ekonomik ve hatta dünya çapında amerika'nın imajı ile ilgili bıraktığı enkazı toparlamak için çok çalışması gerektiği malum.
...
peki onu bırakalım, obama da bir hülya mı, yoksa bu görkemli başarı öyküsünden feyz mi almalıyız? bir pazarlama harikası mı, yoksa kenyalı bir babadan doğma hüseyin barack obama gerçekten amerika'ya ve bize umut mu? ona bağlanan umutlar dört yıl sonra yerle bir edilmiş halde sağda solda mı bulunacaklar? örneğin ingiltere'de tony blair'in ilk günlerinde yarattığı coşkuyu hatırlayın, ve giderken nasıl arkasına teneke bağlandığını. obama da böyle mi olacak? olmamasını umuyorum, çünkü bu adamın samimiyetine inanmak istiyorum. değiştirebileceğine. bob dylan dinleyen, springsteen'le sürekli temasta olan bir başkanı olduğu için de amerika'ya gıpta ediyorum.

Tuesday, November 4, 2008

telefon şakası


russell brand diye bir komedyen var ingiltere'de. sevilesi mi yoksa nefret edilesi mi tam çözebildiğimi söyleyemeyeceğim, ama enteresan adam. rockstarlarla takılan eden, değişik bir adam. ekim ortasında bir telefon şakası yaptı bu adam, jonathan ross'la birlikte. aktör andrew sachs'ın telefonuna mesaj bıraktılar "torunun georgina baillie ile yattım!" diye. ingiltere karıştı. başbakan brown bile onların bbc'den atılması gerektiğini savundu. yaklaşık on günlük tartışmadan sonra ross kızağa çekildi 3 aylığına. brand de istifa etti. baillie ise bir lezbiyen pornoda oynamak için anlaşmasını imzalamıştı bile.

tuhaf bir delilik durumu. tamam, herifler aşırı dalgacı, belki de sınırı biraz aşıyorlar ama "tüm mesele bunun için mi?" dememek mümkün değil.

"şahsen sinir oldum ben, bir kez daha the daily mail, the telegraph ya da the observer'da yazan siktiğimin zevksizleri insanlara nasıl davranmaları gerektiğini dikte ediyorlar. the daily mail'i okudum, diyorlardı ki russell tutuklanıp cezalandırılmalı. ne için tutuklansın ki? taşşak geçtiği için mi? aslında tam ingiliz işi bu. 10 bin kişi delleniyor, ama sadece olaydan sonraki birkaç gün için." -noel gallagher.