Ne mutlu bana ki çook uzun süren bir ayrılıktan sonra iki mükemmel albüm vesilesiyle dönüyorum son dönemde Çetin’in güzide çabalarıyla ayakta durabilen blogumuz Çekme Kaset’e.
Beach House mu Wolf Parade mi? Yılın en iyi albümü hangisi acaba.. Biliyorum, henüz erken, daha yayınlanacak, dinlenecek ve aşık olunacak bir sürü albümle karşılaşacağız yıl sonuna kadar. Ama bu iki albüm çıtayı o kadar yükseltti ki, bilemiyorum gerçekten.. Umarım olur, umarım en az bunlar kadar iyi albümler dinleyebiliriz bu sene, ama zor gibi sanki.. Doves’un yeni albümünü bekliyorum aslında, ama ümitsiz bir bekleyiş bu, çünkü zaten büyük bir hayal kırıklığı olan üçüncü albümlerinin üzerinden 3 buçuk yıl geçti ve her geçen gün inandırıcılıklarını daha da yitiriyorlar.. Yanılmak istiyorum, çünkü ilk iki albümleriyle bana o kadar güzel şeyler yaşatan grubumu geri istiyorum aslında.. Bakalım, belki de mükemmel bir geri dönüş olur, ben de utanırım..
Gelelim Beach House ve Wolf Parade’e.. İki grubun da ikinci albümü söz konusu olan, sırasıyla Devotion ve At Mount Zoomer; ilki Şubat’ta, ikincisi Haziran’da yayınlandı.
Önce Devotion sarstı tabi ki; başlangıçta hakkında hiçbir şey bilmediğim bir grubun öylesine indirdiğim bir albümüydü sonuçta. Yine de ilk dinleyişte farklı bir şeyler olduğunu anlamıştım; ama yıllar boyu unutmayacağım, dönüp dönüp elimin gideceği bir albüm olacağını anlamam ise birkaç haftamı aldı. Takip eden aylarda albüm öyle bir sardı ki, sımsıkı, başka hiçbir şeyin veremeyeceği tatları sadece ondan alabildiğimi düşünmeye başladım. Ama çok fazla dinlemedim, eskitmekten, belki de sıkılmaktan korktum. Sokakların yeşermeye başladığı bahar günlerinde dinledim, hafif serin, hatta mümkünse yağmurlu, rüzgarın perdeleri hafif hafif kıpırdattığı yaz akşamlarında dinledim Devotion'ı.. Kimselere sevdirmeye çalışmadım, seven zaten sevmişti şimdiye kadar.. Tembel, uyuşuk ve mütevazı, ama son derece alımlı, narin ve hassas bir hayvan gibi geldi bu albüm, bir bütün, yavaş bir organizma, girdi hayatıma.. Şarkılardan ibaret, evet, ama ayrı gayrı değiller, yan yanalar, bağlılar birbirlerine.. Yeri ayrı olanlar var, tabi ki, her albümde vardır.. Gila ve Heart of Chambers.. Buz gibi şarkılar, soğuk mu soğuk, “yaklaşma bana” der gibi; ama her ne kadar istemezmiş gibi görünseler de hemen samimi oluyorlar dinleyenleriyle, ve artık bizim oluyorlar, ve biz de onların.. Bir dize: “I’d like to be someone you could finally learn to love again”.
Devotion’a bir kez tutulduysanız eğer, günün herhangi bir anında dinlemek isteyeceksiniz, en keyifli akşamın ortasında hüznüne ortak edecek sizi mesela, ya da çılgın bir yaz tatilinin en geyik noktasında.. Ama anlamsız gülüşlerin vaat edebileceğinden daha mutlu olacaksınız, inanın..
Gelelim Wolf Parade’e.. Öyle bir geldi ki bu albüm, hiç beklenmedik bi şekilde, yıldırım gibi düştü bilgisayarıma. İlk albümlerinin üstüne düşmemiştim bu kadar; güzel bir albümdü ama o dönemde yayınlanan diğer albümler arasında çok da göze batmıyordu. Sonra 2006 ve 2007’de Spencer Krug’un yan projesi Sunset Rubdown’dan iki albüm geldi, güzel bir sürpriz oldu. Tam da bu yüzden, At Mount Zoomer çıktığında “hmm, bakalım nasıl bişey yaptılar” gibi küçük bir merakla dinlemeye başladım; karşıma çıkansa müthiş bir şeydi: 9 muhteşem şarkı ve toplamda fillersız dolu dolu bir albüm. Beach House’un “yenildik ama olsun, rahatla ve uykuya dal şimdi, tek bir kasını bile kıpırdatma” mesajına karşılık “hadi ne duruyorsun, canlan, bak kaybediyoruz” diyen, ama ilk albümün aksine ağırbaşlılığı elden bırakmayan, son derece “karizmatik” şarkılardan oluşan bir albüm. Devotion’a hakim olan hava cinli perili, yer yer buğulu bir atmosferse At Mount Zoomer’ınki aksine gayet temiz, net, berrak bir sound, belki Call it a Ritual istisnasıyla. Şarkılar.. Sanırım en çok Language City’yi seviyorum; her daim kaskatı kesilmeye son derece müsait kalbimi yerinden çıkaracak kadar enerji dolu, ve anlamlı.. Call it a Ritual, Fine Young Cannibals ve Kissing the Beehive diğer güzellikler.. California Dreamer ve An Animal in your Care’i de esgeçmemek lazım.. Üf, kötü şarkı yok işte, işin özü bu.. Bu saydıklarım biraz daha fazla elimin gittikleri sadece.. İki dize, Language City’den: “All this working, just to tear it down.” ve “I’ve been here so long, my heart is a parking lot.”
En çok enerjisini seviyorum bu albümün; bir şeyleri farklı yapabilme gücünü hissettiriyor bana, en azından bazı şeyleri değiştirebilme.. gerçekte olmadığını bilsem de böyle bir gücün, düşüncesi bile evin içinde aptalca zıplamama ve kendimi iyi hissetmeme yetiyor. Ve bağırıyorum çılgınca, komşuları sallamadan pek.. sanırım gücüm buna yetiyor sadece..
İşte bence 2008’in şimdiye kadarki en iyi iki albümü.. Önümüzdeki günler ne getirir bilinmez, Coldplay bile iyi bir albüm yaptıktan sonra her şey beklenir bu müzik dünyasından..
Sevgiler..
Monday, July 28, 2008
Friday, July 25, 2008
the dark knight gösterimde
sanırım hepimiz sinema tarihinin en merakla beklenen filmine hazırız.
batman konusunda her zaman gazdık zaten, ilk filmin repütasyonu, nolan referansı, olağanüstü oyuncu kadrosuyla heyecanlandık, güzel afişleriyle, ufak set detaylarıyla devam etti merakımız. bir güzel insanın ölümüyle de önemli bir tecrübeden de ötesi oldu. heath ledger'ın tüm zamanların en iyi oyuncusundan devraldığı bir rolde nasıl devleştiğini görmenin telaşı da var elde.
hayatımda sinemada ilk izlediğim filmdir "batman," bir tim burton filmiyle, jack nicholson muhteşemliğiyle ilk adımı atmak da bir şans olsa gerek. o joker ki aylarca kabuslarımdan çıkmamıştı, ilk seferde beni delicesine etkilediği için sinemaya böyle aşık oldum sanırım.
şimdi, o karanlık salona ilk defa girdiğim günkü heyecanı hissediyorum. belki bugün, belki birkaç gün içerisinde izleyebileceğim "the dark knight"ı, ama eminim bekleyişe değecek. sinema tarihinin en iyi filmi olsa da (bkz: imdb.com) olmasa da, beni 1989 yılındaki heyecanıma götürdüğü için bile özel olacak "the dark knight."
Saturday, July 19, 2008
r.e.m. istanbul'da!
r.e.m., 4 ekim'de türkiye'de! sadece bu kadarını yazıp bırakmak da mümkün, olay kendi kendisini açıklıyor zaten. ama neredeyse bir aydan sonra çekme kaset'e ilk defa yazıyorsak bu kadarla kalmasın. örneğin iki hafta önce belçika'da accelerate turnesi tişörtünde 4 ekim'in istanbul'a ayrıldığını anlatabilirim. daha önemlisi belçika'daki rock werchter'i, radiohead'i, neil young'ı, sigur ros'u anlatabilirim. bir yerdeki yazımı başka bir yere kopyalamayı etik bulmuyorum, o yüzden umarım bir werchter yazısı daha yazacak gücü bulabilirim.
sanırım bugün biletimi alacağım. kuruçeşme'de dünyanın en güzel grubunu izlemek harika olacak, ama bir ipucu vereyim, r.e.m., son albümünün ruhuna uygun olarak harika sürprizler yapıyor setlist'te. werchter'de "pretty persuasion," "driver 8," "begin the begin," "fall on me" çıktı bahtımıza başka günlerde "1.000.000" bile çalındığına şahidim.
sahne önü olsa onu alacaktım -ama olmamasını daha çok seviyorum, ayrı- ama şu anki fiyat -80 ytl- inanılmaz gerçekten. bugün bilet alayım bari.
Subscribe to:
Posts (Atom)